Özge Dirik

(Manisa, 14.10.1978 – İstanbul, 27.08.2004)

Vasiyet

abaküs

Kırmızının deliliklerinden kurtardın hayatını.
Aşk denilen sır;
iki ayağın altına sabun bağlayıp,
koşmaktı peşinden salıncakların.

Gümüş ve geniş yollar ıssızlığında,
kardeş ıslıklarla aynı gözleri ağlattık.
Gün geceliklerinin içinde uyanamayınca,
doyamadım, dayanamadın yalın yanlışlarıma.

Hangi geçmişler için kestiysen parmaklarını,
onlar için büyüttüm ellerimi.
Şimdi yaşa diyen ağzının içine yakışmıyor,
kupkuru deliliklerim.

Bugün kızıyor yollarıma,
senin tarihinin bildiği tüm ipuçları.
Ama yalınayak bir çocuk bağırıyor içimde;
kızma baba çocuk sabrı elliye kadar sayar en fazla...

_2000-eylül_

  • Dirik, Özge: “Abaküs”, Ağır Ol Bay Düzyazı, Ocak-Şubat 2002, Sayı 7, s. 12.
  • Dirik, Özge: “Abaküs”, Varlık, Mart 2002, Sayı 1134.
  • Dirik, Özge: “Abaküs”, Dergi@Net internet dergisi, Mart-Nisan 2002, Sayı 20.

adisyon yazıları

-1-

günde binlerce kez
alkol diyor biri
öyle paracı ki şu meyhaneci

günde binlerce kez
alkol diyor biri
öyle sarhoşum ki

abra kadavra

postacının bisikletini çaldığımda
ilk kez dolamıştın belime ellerini
oğlunun mektubundan beş dakika önce
ölen annenin gözyaşlarını
unutacak mıyız şimdi...

-3-

mendil satar
yine de bakardım istanbul’a
sakat bir attım
kimse kurşununu harcamadı bana.

gecenin dibi

okuduğum bir şey dokundu
“acımadı ki
acımadı ki” derken hayata
o hep daha hızlı vurdu
uçurtmayım, ipim kısa
uçurtmayın bir daha...

-5-

bizim mahallenin parkında gitmeye yeltenirken
şekerini yalayıp, içinin çürük çıktığını gören kız
ağlamadan attı elindeki elmayı,
ölemedim dün.

elim sende

hınzırca bir üçkâğıtçılıktı yaptığım
başarmak hep ebe kalmayı
oynarken kahkahalarla
iki çocukluk oyunumuzu.

-7-

bu kendi dilinde eğitime ayaklanan ormanlar
dünyanın diken diken olmuş hali
içimde parça etkili bir hayal kurdu
karşı dur diyor,
yangın, yağ sürecek birilerinin ekmeğine.

çerez

küçük dilimle bağırdığım binlerce cümle
şarap eşliğinde tanır ciğerlerimi
darının suyunu emmek için
hızlı hızlı tüketir çocukluğum hâlâ
baba parasının masum tanelerini.

-8-

öküzün bile gözü korkar bu şaraptan
köpeklerin intihar komandoları bununla eğitilir
o kâğıt parçasına attığın yedinci çentik
bir adamın şu dünyaya karaladığı
“aşk olsun” şiiridir.

fondip

dur, gitme hemen
sekizinciyi de kondur oraya
bir şans daha veriyorum
dünyanıza.

anestezi

içindekini sızdıracaksın bir akşam
tomurcuklanan beynin saçılınca ortaya
yasal olarak uyuşturulacaksın acıya.
ilk kanın demli rengi
hiç pıhtılaşmayacak gibidir Ania.
bileklerini bozduracaksın bir akşam
sen avaz avaz bağırsan da
karabasan diyecek sağırlar buna da.
aşk henüz var iken
kafasını namluya sokacak teslimiyet
bir katilin kendini öldürmesidir Ania,
en adil cinayet.
çocukluğunu avlusuna bırakacaksın bir camiinin
aylar sonra ilk fark eden seni
sırf çocukları için dualarla sevişen
köşe başındaki dilenci.
belden ve dizden büzgülü
demode bir don şimdilerde aşk
ağzını hangi musluğa dayarsan Ania,
kan karışacak şehrin içme suyuna.
bildiklerini uyutunca bu akşam
gözlerinin önünde hayatını şeritleyecek
perdedeki bıçak silueti.
sokakların meryemliğini yaptığı çocuklara
utanmasam bi gözyaşı daha.
sen, içimdeki üçben
bazı notalarda sevişemeyiz Ania.


  • Dirik, Özge: “Anestezi”, Dergi@Net internet dergisi, Mart-Nisan 2003, Sayı 26.

ania'ya savaş sırları

serap düşmanıdır beynin.
çölde denizi düşlersen ağzın daha fazla kurur.
ilk kurbanın sevdan olmalı o yüzden girerken,
bu ekmeği kıt, dağları tok savaşa.

ania'ya savaş sırları -2-

soğuk bedenini yalnızlığına ilikle.
tüm külleri dağılmalısıcaklığının,
sigaran dahi yatakçılık yapacaktır
gözlerini kilitle körelmiş zaferlere.

ania'ya savaş sırları -3-

yanından ayırma ihanete nefretini
iknaya doymaz kanla büyüyen kayalar
hemen arkanda bir namlu ezberle,
unutma;
dağlar hep onlardandır.

Mart 2003

ben deniz...

  Eeee Deniz, bugün neler
  saplandı karanlığına...?
                     Tanrı

Uzandı kıyı boyunca,
Yarışı koydu aklına,
Güçlüydü de kolları,
Alıverdim canını.
Uzandı kıyı boyunca,
Küfretti yakamoz olmayışına,
Alıverdim canını,
Umutsuzluğu çaldı arpa suyuna.

Uzandı kıyı boyunca,
Alıverdim canını,
Paracı bir balıkçıydı,
Yavru balıkları koydu takasına.

Alamadım canını,
Ölümü koymuş aklına,
Delik deşik bir kalbi,
Atıverdim kıyıya.

Ocak-2001-11-30


ferman

Bursa ve siz
Bir çiçeğin ilk kökleri idiniz,
Zamanla uzaklaşıp derinlere gömüldünüz

Sancılıydı tarihin doğurgan karnı,
Eteklere asılan gecekondularda yaşandı,
Betonun yasladığı yeşile hükmü.

Bursa ve siz
Dağın tanıklığında yüz sürdüğüm aşk,
Gölgelere bıraktığım kahkahalardınız.

Deva-sa sularınızda büyüttü içini
Yüreği lüle lüle kokan gençliğim,
Sırrını dağa bağırsa, şehir
Şehre bağırsa, dağ gücenirdi

Çınar altı umutlarımı toplayıp,
Dost fakiri kulaklarımı çınlatan
Bursa ve siz
Bir mısradan daha fazlaydınız.

Adınıza orta yollu teselliler düşlerdim
İçimdeki konuşma çizgilerinden
Beyaz bir eldivendi şarap lekeli kalbim
Çıkartıp, bu kente gömdüm.

Bursa ve siz
Aşka kurgulu üçgenin hipotenüsünde oynadığım,
Tehlikeli bir oyundunuz.


  • Dirik, Özge: “Ferman [Bursa ve Siz]”, Ahmet Hamdi Tanpınar ve 2002 Bursa Şiirleri, Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları, İstanbul, 2003, s. 135.

çift sıfır

hemen üst katta,
bir anne, hayata uyutamadığı çocukları.
avuçlarının uzun çizgilerini aşka kapattım.
hemen yanı başımızda haritaları iknaya soyunmuş
bir kıta, be-leş kargası
keşfedenin kemik sızısı.

hemen üst katta
ancak geri çekilince ilerleyen bir oyuncak.
yalnızlık vermiş sana soyadını, doyasıya nafakanı.
insanoğlu diyorum; zor zanaat
güneş her gün doğmakla
inandırmış varlığına.

hemen üst katta,
hiç duyulmayan baba sesi, çerçevesi yer etmiş duvara.
bu geceye nereden binersen bin,
yokluğuna varmak bir duraktır yalnızca.
daracık sokakların güvercini
en çok alay edilen çocuğun sapanına nişanladı bedenini.
dün tanrıyı gördüm, halen yaşadığını sanmakta kendisi.

hemen üst katta
müstakil bir adamın uydurdukları
annemin kandıran bileklerini emmek gibi
sana yakın durunca
ismimi kazıyorum gövdene
çakımla...

perşembe/cuma

00:00

çorak

Karınca kararıyla uyuşan bedenim,
iğnelenmeye amade, uyanılası bir kâbus.
Yeni yılla beraber harlayan şöminem,
noel annenin tükürüğüyle söndü yine.

Varsın, hayra yorsun ellerin ellerimi.
Ki onlar, çoğalamayan iki eştiler önce.
İkileşemediler,
iki leştiler ya da sıvışamadılar dünyaya.

Bir gün daha bekleyebilseydik,
yıllanacaktı güneşe yatan şarabımız.
Uçmamam için kanatlarının arasına aldığında,
güven de acı verdi bana.
Kısır bir arıyım işte,
üçgen üçgen yapıyorum peteklerimi.
Birbirini tanımayan iki elementtik biz.
İlkel bir kimyaperestin kötü kokan ellerinde,
–bakır ile kalay diyelim–
gittikçe tunçlaştı kilitlerimiz.

Şimdi pençelerini körlenmesin diye içeri çeken senin,
gençliği parmaklarına emanet yaşarken,
ilk ve tek kavga etmişliğin kalemsiz,
salıncağa işeyen bir öteki mahalle çocuğuylaydı.

Bense hayallerime kaldığım yerden devam ediyorum,
başka kuşların yuvalarında.


  • Dirik, Özge: “Çorak”, Varlık, Mart 2002, Sayı 1134.
  • Dirik, Özge: "Çorak", Erken Ölümlü Şairler Antolojisi, Haz. Ahmet Günbaş, Hayal Yayınları, Nisan 2007, s. 177.

düş-tü

karambole çalınan düdük kadar kolaydı,
her karmaşa kendi bahanesini yaratınca,
bir dedektif taktım peşime,
aldattıklarımı bulsun ve söylesin sana.

sabrımın sara nöbetleri dışında,
zirve ve denge çelişkisiyle bezendim.
bisikletimin arka tekerleğine bağlı iki küçük yuvarlak,
iki küçük tekerlek ve babam,
bırakıverdi çocukluğumu uluorta.

düdüğü bozulan ama düdüklü bir tencere,
şimdi ya kaldırıp atacak,
ya da başka bir kapak uyduracaksın üzerime,
ki ilkini tercih etmişliğim,
yanık kokusuna sürüyor telaşını.

defalarca kontrol ettin, incittin
altını söndürdüğün aşkımı,
bir şişman tüple yalnızca omlet yapılsa,
260 defa başarılı olunabileceğini bilen yalnızlığımı.

kaldırımda yerinden çıkmış karoları dahi kandırıp,
çamur attığımız masum paçalar söverken,
içmeyince sapıtan,
sığınak-savar gezginliğimiz de kolumuzun altında,
kalmadı karmaşamızın bahanesi,
kadehin şerefine içmekten başka.


  • Dirik, Özge: “Düş-tü”, Dergi@Net internet dergisi, Temmuz-Ağustos 2002, Sayı 22.

ekmek arası patates

defolu gençliğinin ucuz pavyonlarında,
–git başımdan mı– sandın hayatı.
günde sekiz litre alkol vermesi için doktorun
şizofren olmalı ilkin.

senin dünya sandığın yuvarlak
–annenin güvelerini beslediği çeyiz sandığı–
senin dünya sandığın yuvarlak,
hâlâ öküzün başındaki bela.
bir denge tutturmuş o da,
dönüyor canı sıkıla sıkıla.

Azrail’i kan tutsa da,
sen yine de ortalıkta kesme bileklerini.
olur da kurtarırsa seni emniyet şeritleri,
ahiret için vazgeçtiğin şeyler kalmaz
kapışılırsa bileziklerin.

ayrılık bu,
nanik yapılmaz sevgilinin ardından,
gör sol meleğinin kırmızı kartını.
ortalığı sulamaktan başka işe de yarasın,
gerilla korkuluğu gözlerin.

en sıkıcı çelişkiler bedeninde,
kibrit cebinde muhtar çakmağı
İstanbul’u ilk kez görmüş bir çevre mühendisi
garip garip bakınma ortalıkta.

Disney’de kahkaha gazıyla ağlayan çocukluğuna,
Amasya’da çürük elmalarla büyüyen gençliğine,
çiçek bozuğu kadın felçlerini de ekleme.

28 Ağustos 2002

--- - Dirik, Özge: “[Ekmek Arası Patates](https://kuzeyyildizi.com/dergi/7/ekmek.arasi.patates-ozge.dirik)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Mart-Nisan 2003, [Sayı: 7](https://kuzeyyildizi.com/files/ky07.pdf), s. 13.

fakir uyak

ölümden önceki uyak
yaşamak adına ağzımdan kaçırdığım kuşlar,
kim bilir şanslarını kimin üzerine pisliyor.

ölümden önceki dudak
–suratın sırat olsa
geçemezdim gözlerinden
kaç kan aksa– ile tavladığım kadın
kim bilir hangi efendinin valsinde tırnak yiyor.

ölümden önceki tuzak
traji-kolik hayatımın tirajı komik öyküleri
süs arıyor bir yanım intiharlarıma
cinayet süsü.

ölümden önceki uyak
konaklaması bir ipte iki cambazın
sevişerek mümkün ancak...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 10 Eylül 2002, Sayı: 290.
  • Dirik, Özge: “Fakir Uyak”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 10.

içimdeki müzik

bam telimde parmak izin duruyor
yeni boyanmış bir aşka oturduk
kalkarsak üzerimizde kalacak izi

korsan limanlarda bekliyoruz birbirimizi
omzumuzda mırıldanan güvercinler dahil
aldatıyor bu kahperengi hayat bizi

sarhoş olup zehirliyoruz sırlarını
bu aşkı herkese susmak
şarapsız çalmam kadar ayıp kapını

içimdeki müziğin susması
altındaki tabureyi tekmeleyip kemancının
çalması gibi son notalarını...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 21 Kasım 2002, Sayı: 442.
  • Dirik, Özge: “İçimdeki Müzik”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 10

ikigen

işaret parmağınızdaki
intihar eğilimli çirkin yüzük
zehir almaya geldi dün, bana.

hiç dokunmadan anlattım
aşk;
takip mesafesini koruyamayanlara
tanrının verdiği ceza.

kadehimden dudaklarınızı çekseydiniz
mantarımı içine düşürmezdim
dünyanızın.

hiçbir göz yörüngesine yetmez.
ne sidik, ne polis
yağmur söktü afişlerimizi
tabağımıza yemek
midemize esaret koydular.

vücudunuzda,
siyahı marifet sanan benleriniz
çikolata damlalarına dönüşebilir bu gece
yastığınızdaki rimel lekesini
zor yazılmış bir mektuba sayarım,
gidince.


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 4 Ocak 2003, Sayı: 544.
  • Dirik, Özge: “İkigen”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 11.

***

dünyaya kamaşmayan gözlerine...

Umut tüketir zaman,
adının içinde ne varsa,
bire on oynar karanlıkta.
–gözler önceden okumalıdır ışığı–
geceden aydınlığa bir adımda sevgili,
haciz gelir ellerine bir yazarın.

Kanın kokusunda konaklayan,
puslu bir komutandır zaman.
–gözler önceden okumalıdır ışığı–
geceden aydınlığa bir adımda sevgili,
gerçekçiliğin peşindeki bir ressam,
kestiği ayaklarını tuvale çizer.

Geçerken bıraktığımız değerleri,
sinsi sinsi toplayan bir hurdacıdır zaman,
sendekini benim ulaşamayacağıma satar.
–gözler önceden okumalıdır ışığı–
bu geceden aydınlığa bir adım imkânsızdır sevgili;
neyi değiştirir,
aynı yere bırakmış olmamız içimizi...


papatya

Zamansızlığımdandır güzelliğim.
Yol kenarını mesken tutan papatyalar,
kurtaramazlar canlarını,
dikkatli çocukların tutkularından.

Bütün yapraklarım “sevmiyor” diye,
ucuz bir hediye olamam gerçi,
ama bilinir ki;
ne zaman bir çiçek dalında kurusa,
bir sevgili daha çok üzülür.

Yüzünü görünce onun,
ne de çok isterdim incinmesin.
Benden önce sen ispiyonlasaydın keşke
başka bir adama harcadığın sevgini.

Kırmızıyı esirgemeyen çay bardaklarının
ince bellerine dayanamadan,
beni de aldatıyordur belki,
sevinince terleyen parmakların.

Şubat 2002

--- - Dirik, Özge: “[Papatya](https://kuzeyyildizi.com/dergi/4/papatya-ozge.dirik)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Ağustos-Eylül 2002, [Sayı: 4](https://kuzeyyildizi.com/files/ky04.pdf), s. 16

akasyalar kaçarken

yarınlarınız ıslanmış buruşuyor,
gelin bir yatak bulalım.
işçiliği çok fazla beyazlarınızın,
zarar edersiniz, bozdurursanız.
dünya güzelisiniz ama
beyazı siyah görüyor gözleriniz.

bir bir gece masalları okuyorsunuz
sosyal sınırlar kurumu hastahanelerinin
kürt-aj sahnelerinde.
göz aldanması diyorlar nasıl olsa
korkmuyorsunuz çoğalmaktan.
içinizin anahtarını yutuyorsunuz
günde her defa.

göz ucunuzdaki aşırı tahriş olmuş çocukluğunuzun
çaresizliği mutluluk aslında;
var mıdır -bici-yle biten kelime
leblebici ve muhallebiciden başka.
ayrılıktan kâse kâse nasiplenen kızlığınızın gözyaşları
kaşıkla sıvanıp, tekrar sokuluyor ağzınıza.
Ah cevizli kek tadındaki dudaklarınızın
ayrı olmalı mezar taşı.

her rüzgârı gitmeye yoruyor
ağzı burnu kırmızı eteğiniz.
ve her sakinlik gecikmiş bir gitmek oluyor,
boynunuzdaki şala sulanan işaret parmağınızın
zengin kalkışına yeltenen ritmi
sinir bozuyor.

güneşin denize muhtaç renklerinin
asgari tonlarını bile ödeyemiyorsunuz geri.
gözlerinizi emen bebekleriniz
büyüyünce hâkim olacak belli ki.
sololardan bıkmış kemancılardan kurulu ses telleriniz
küçük diliniz şefliğinde soruyor bizlere;
iğde ağaçlarının boğaz tıkayan mutluluğunu.

kurdelelerden görünmüyor
üç artı bir renkli tırnaklarınızı kiralayan elleriniz.
içinizdeki postun kıymetini bilseler
kaçamazsınız yüreği konsomasyondaki adamlardan,
yanağınızdaki tembel gamze için ümitli hâlâ
kinge oturan peygamberlerimiz.

yalnız bir göç yolu üzerinde
ne zaman gözünüz seğirse
cilvelere yoruluyor haince.
iç açı-cı formüllerle dış acı kalıyoruz hep
yakarken toplamı yüzseksen derece sıcaklığınız.

alfabenin sıfırını soruyorsunuz edebiyat hanında.
elimizdeki nokta kılıklı alevlerle
yakmak için,
yakışmaya çalışıyoruz ağzınızdaki aşk tüten, filtresiz mısraya.

ocak-2 00 3

--- - Dirik, Özge: **Kuzey Yıldızı Yazarları** E-posta Grubu, 16 Ocak 2003, Sayı: 553. - Dirik, Özge: “[Akasyalar Kaçarken](http://www.yersizyurtsuz.com/dergimart2003/ekrandergisayfa15.htm)”, **Yersiz Yurtsuz**, Mart 2003. - Dirik, Özge: “[Akasyalar Kaçarken](https://kuzeyyildizi.com/dergi/11/isimsiz)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Mart-Nisan 2005, [Sayı: 11](https://kuzeyyildizi.com/files/ky11.pdf), s. 12.

masalınız var

ardından baktığımda
kötü karanlık gülüyordu.
sana kimse söyleyemedi
sevdayı, gidenlere harcamak
bir “ben” klasiği.

imana, kitaba dokunulmadan
soyulup, başucuna konulan
esrarla geri kazanılmış
bir fahişe gibi
ağlıyordu an.

ben trenlerin makaslandığı yerlerde
yanlış raylara yatmış bir intihar budalası
çocukların kahkahalarıyla açtım
yaşlanmış gözlerimi

çok açtım
bir şarap kılığında gelmiştim masanıza
ilk yudumunda reddettiğiniz bedenim
garsonların eğlencesi oldu
ilerleyen saatlerinde gecenin.

tekrar acıkan tekrar ağladı dünyaya.
oysa bana okunan masallarda
ağlamak mutlu sona yaklaşmadan verilen
bir çocukluk molasıydı.

el ele verip, adamakıllı tutuşursak
hemen alarmlar saracak dünyamızı
şimdi bırakın da
bağlayayım ayakkabılarınızı...


replik

Dört duvar körüklerken bedeninizi,
gözlerinizin yirmibin fersah içinde,
yastığınızın bir ucunda “apranax fort”,
bir ucunda ben uyuşurdum sizi hayata.

Paylaşmadığınız çocukluğunuzdu,
benden salına salına ırayan.
şimdilerin siyah tuvaline bulaştırmadığınız elleriniz vardı,
hep birilerine yakın diye sıcak.

Bayramın ilk günü yeni giysileriyle evden kaçan,
masum zenginliklere ikametliydi kalbiniz.
Ağlayan fotoğraflarla babanızı kandırıp,
tüm tatlılarına sahip oldunuz bir çocukluğun.

Batan bir gemiden, denizdekilere uzanan bir el kadar
anlamsızdı bazen gülümsemek.
Hiç anlamadınız,
yoksul babası ağlar diye gizli gizli,
bir çocuğun elma şekerlerinden kaçırdığı gözlerini...


  • Dirik, Özge: “Replik”, Hece, Ağustos 2002, Sayı 68, s. 78.

ruh ruleti

daha gençsin
hangi yarınlar gününü görse
deforme uzunluğa dönüşecek “hayal et”lerin.

cesaret
ikna ettim ben muzip bir uçurumu
uyuşturacak gözlerini

ideal
iki ters bir düze güvenme
prangadır çoğu zaman yörünge.

şairsin, ki sen bile
buruşturur atarsın kimi zaman ellerini
yazıp da unuttuğun binlerce imge
korkma tanrılar hatırlamaz seni.

yorgunsun
kırlangıç renginde kısık bir uğultu
şakağını silaha daya
biraz dinlen ve git sonra.


  • Dirik, Özge: “Ruh Ruleti”, Hece, Şubat 2003, Sayı 74.

sar-kaç

deniz kendini esirgedikçe
kumları oyalayan zaman
çaldığım notaları yırt
akmadan sahneye

ısısını yaydıkça
hücreleşiyor ellerin
bozumun şenliklerinde favori
kanayan yerinden haritalanan
ülke

saklı yüzüne bir çentik
incisi ağır yaralı midye
aramam derinini daha
kapısını açmıyor kimseye

geriye yol uman saklı hisler
harflere uzarsa
dilinin altında pişer
raptiye kılıklı veda

aşkın özneye esaretinde
tanrıdan yadigâr cazibe;
kimlere ölünürse
bir demet onur içinde

sidarta kadar gözü kapalı

yorgunum, hayallerim bağını çözdü “hay aksi” bir saksının içinde sırlarım size yetişemedi

havucun içindeki beyaza ulaşmış sokakta, dizi en çok kanayan tahrip gücü yüksek bir çocuk hayatı budama peşinde şimdi

bağcıklarıma basıp beni düşüren bu haziran yoklaması hayır! bana zarar verinceye dek bakmayacağım ardımdan gelen sese

telafi sınavlarının yapıldığı cehennet diye bir yer düşümde nefes nefes koşup da bir tavşan bir kaplumbağaya nasıl yenildi...

ocak-yeniyıl

--- - Dirik, Özge: "[Özge Dirik Arşivi: Şiirler](https://kuzeyyildizi.com/files/ozgedirik-siirler.pdf)", **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Yayım Tarihi: 11.04.2014, [https://kuzeyyildizi.com/pdf](https://kuzeyyildizi.com/pdf).

stiriptiz

körelen kalemin sonunu bilirsin
adına yeltenir bu şiirin.
süslü süslü soyar tanrı
hiç düşürmeden kabuğunu
yasak bir elmadır dünya
ucuz bir pompa
o kalp dediğin.

molasız yolculuklara bulanan migren
tepeden tırnağa bir vasiyet olacaksın sen
toprağın altına süpürülen.
rakıdır ömrünün deformatik beyazlatıcısı
cahit sıtkı’dan dinle bir de
yarısı bitmiş yetmişliğin garip sırlarını.

ölü ata nal çakan bir bekleyiş bu
birazdan seslenir erdemin hemşiresi
“nurtopu gibi bir hiç’iniz oldu”
bulamayınca İstanbul’da toprağı
–sen– yapmış tanrı, bir yıldırımı...


tinsel nafaka

sorunlarımız; tin-selken,
açmayan çiçeklerimizi seviştirelim artık.
perde kenarına bir göz sığarsa
izlesin bizi aç kalabalık.

potkaldaki sır adına
Tanrının teri bulaşmış yuttuğun suya,
gargara cumhuriyetinde trans öz,
okyanusa kuyu sokumu.

en şehvetli yerinde yarı kapatılmış
“ruh üşümesi” – bir.
batak odasında
giyeceğin terliğin teki – iki.
üç tuzak bir penaltı.

ısrar ettin sözümde,
sende’ledin.
damağında olta tadı.
tirbuşon kılıklı favorist ruh
ilk o değecek şaraba,
bağbozumu şenliklerinde.


vasiyet

“ki en kötüsüdür,
ölümden sonra da istemek.”

Benden firar eden dünyadan,
son isteklerimi taşırken bana,
dikkat et; aynı olmasın torbanın rengi,
ayağına giydiğin galoşlarla.

Şu bizim yan odada,
Kürt kaşlı kız çok inledi dün gece,
boştu yatağı,
bugün iyileşmiş, tahliyesi olmuş,
inandıramadılar bana.

Bir uçlu sakla da göğsüne,
teninin kokusu olsun izmaritinde.
Bu yalnızlığı biz yaratmadık,
bilakis tütünü bile dost eyledik kendimize.

Ya sen,
ellerini yıkıyorsun bana her gelişinde,
benimle aynı gün ölecek olan alyansında,
bir sabun parçası,
ne demekse.

Yarın belki de son kez,
ziyaret saatini özleyeceğim yine,
yemek yiyeceğim,
tadını tuzunu alıp, öyle veriyorlar yemeği,
mercimeğin içindeki böceğin bile hesaplı kalorisi.

Giydiğin eteğin yırtmacı ilk defa dokunuyor bana,
beni yolcu eden akciğer
kediye atsan yemez
geç kalmayacak randevusuna.

Gidince çürümeyeceğini bilsem,
ellerimizi değiştirelim derdim.
Ellerimin ellerinde verdiği güzel ve uzun mola,
ayrılık Allah’ın emri,
ölüm olmasa...

29.03.2002

--- - Dirik, Özge: “[Vasiyet](https://kuzeyyildizi.com/dergi/5/vasiyet-ozge.dirik)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Ekim-Kasım 2002, [Sayı: 5](https://kuzeyyildizi.com/files/ky05.pdf), s. 17. - Dirik, Özge: “Vasiyet”, **Erken Ölümlü Şairler Antolojisi**, Haz. Ahmet Günbaş, Hayal Yayınları, Nisan 2007, s. 179

kırılış (yağmurun saklandığı yer)

yağmurun saklandığı yerde bırakmıştım en son
kahve telvelerinden kader kısmet kılıklı umutları.
–her an ölebilirsin– dedi doktor
karalama defterine ölümü yazdı
birkaç acı düşürücü.

gözkapaklarını sardığın yaralarımdan önce
usul kırmızı süzüldü beyazdan
ölümsüz biten yolculuklar yaşadım
sahte böcekleri ağustosun
ağır gelmedi ben’liğim kadar.

gidiş tarihimin rötarından sorumlu bahar
bir buğday atası gibi yorulduk
değirilenler adına değirmene karşı
anlamadılar.
aşı tatilinde bir orman
rüyaya düşüyordu ağaçlarına konan kuşlar.

aşk bu;
okurken başta
yaşarken sonda vurgusu.
bir hayatı raylarına oturtacaksın daha
yolumuzun
sonu.

2002-hazin an

--- - Dirik, Özge: **Kuzey Yıldızı Yazarları** E-posta Grubu, 10 Eylül 2003, Sayı: 753. - Dirik, Özge: “Kırılış”, **Hece**, Ekim 2003, Sayı 82, s. 61. - Dirik, Özge: “[Kırılış](https://kuzeyyildizi.com/dergi/11/kirilis)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Mart-Nisan 2005, [Sayı: 11](https://kuzeyyildizi.com/files/ky11.pdf), s. 15.

yoktan çok telaşı

kanatlarından ertelenen her uçuş öfkeli.
hayatına çok gördüğün deri yamalarından sızıyor,
sataşıyor “boyayalım mı abi” diyerek kızıl-siyah saçlarına
dolanıyor tanrının ellerine
koparmaya çalıştıkça
uzadıkça kafanın görkemli örtüsü
uzuyor.

saatleri ters takıp, kandığın
yıldırım yüküyle sardığın elektrik direklerine sarmaşıyor,
metrekareye üç üşümüş insanın üşüştüğü bu kentte
başarıyor yine de yalnız ısınmayı ürkek bedenin.

bak boynunda kararsız pıhtılarıyla gezen kırmızı
merhamet dileniyor, yüzünü mendili bilip
avuç açıyor
senin adına potlar kırıyor
kazasız belasız yolculukları sömüreceğine
yeni garajda “zenginliğinizi artırsın” diyor,
ülserine vefa sunuyor,
aç kalıyor.

saklanmalı artık,
çık o bela kapıların ardından.
elma dersem nükleer, armut dersem kimyasal
yaşlanmış oyunlarına tehlike sosu.
gözlerinden daha kör lenslerin
yapmacık hüzünlere bulaşıyor
çarpanlarına ayrılalı, yıllar oluyor.
asal öleceksin,
bir sonrası yok yıkılmışlığının,
hâlâ korkuyor musun?


özge

havucun içindeki tatlı beyaza güvenme
gayretli çocukların dizleri fena kanar düşünce.

yüzüğünün içinde ilk aşkına döktüğün gözyaşları
zehredebilir geriye dönmek bugünün tatlarını

gitmek bir tarihe bürünmüşse,
deniz duru da olsa
kötüye rotalamalı gemileri yine de

özgürlüğe kanarak, bırakma annenin ellerini
salıncak gücündeki iki yeşil dal bile
aldatmamış mıydı üzerinden atarak seni

ömür boyu hapis bu oyunun adı
ama cinayet işlemeden
okumazlar bu gerçeği adamın yüzüne...


  • Dirik, Özge: “Özge”, Hece, Nisan 2003, Sayı 76, s. 67

ben (ben giderken)

bir kıvılcım gibi acıyan içlerime
yalnızca hüzünlü anlarda attığın çentikler
ödenmesi gereken bir hesaptır şimdi
müslüman mahallesi salyangozlarına kan satan çocuklara.

ellerin ellerimin üzerinde vermiştir molasını
kısa metrajlı hayatlar uğruna senden önce gitmem gerekir
gideceğin yerlerin anonsunu merak içinde yapmaya.

tek haneli yüzyılların duygularıyla batarken gerçeğe
tüm küfürlerle sarmaş dolaş ayaklanıyoruz bu gece
çapaladığınız yüreğimi bırakıp göçtüğünüz istanbul’a


ilham nöbetleri

zeki musa

Farkında değil miydi balıkçı musa,
dolunay artığı fırtınanın patlayacağının.
Ama önce kedisi açtı,
sonra çocukları.

Farkında değil miydi balıkçı musa,
küçük balıkları avlama yasağının.
Ama önce kedisi açtı,
sonra kendisi.

Farkında değil miydi balıkçı musa,
ağlar kayarken yarık ellerinden,
denizin, yaşlıları sevmediğinin.
Biliyordu, biliyordu,
önce kedisi kaçacaktı,
sonra karısı...

ankara


eksi yirmi kasım – 96

--- - Dirik, Özge: "[Özge Dirik Arşivi: Şiirler](https://kuzeyyildizi.com/files/ozgedirik-siirler.pdf)", **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Yayım Tarihi: 11.04.2014, [https://kuzeyyildizi.com/pdf](https://kuzeyyildizi.com/pdf).

*** (Her Dolunayın Altı)

Her dolunayın altında pencereniz
Senin gözlerin yeşile battıkça her geçen gün
Dolunay kuduruyor yalnızlıktan...

98 dolunay

--- - Dirik, Özge: "[Özge Dirik Arşivi: Şiirler](https://kuzeyyildizi.com/files/ozgedirik-siirler.pdf)", **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Yayım Tarihi: 11.04.2014, [https://kuzeyyildizi.com/pdf](https://kuzeyyildizi.com/pdf).

Yirmi Yaş Düşleri

Zorla dersinin başına oturtulmuşçasına,
gereklilik ve adımların köşe kapmaca oynar.
Elma şekerine dahi doymuş bir çocukluğun var senin,
görmediklerin var.

Ege’nin öfkesine sığmış bir gençlik,
sıfıra vuruşun en fazla.
Aklındadır hep eskitilmiş ülke,
ne şaraplar ihraç edilir, içinde acısı.

Dört gün, dört mevsimdir.
Siyah-beyaz yaşantına renkli kalemleriyle,
oynaya oynaya bir çizik atar doğa,
bu oyuncağın afacanlıkta kırılacak ilk parçasısın.

Legal gürültüleridir öksürükler gecelerinin,
sabah kuşları gibi, sırf sabahı özleyen kuşlar gibi.
Yirmi yaş dişleri gibi çürür;
heyecan, mutluluk, rüya ve tabir.
Hem onlar da öyle değil miydi,
dört tane, çabuk ve acılı...

ocak-2000

Ankara


  • Dirik, Özge: “Yirmi Yaş Düşleri”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Şubat-Mart 2002, Sayı: 1, s. 19.
  • Dirik, Özge: “Yirmi Yaş Düşleri”, Erken Ölümlü Şairler Antolojisi, Haz. Ahmet Günbaş, Hayal Yayınları, Nisan 2007, s. 178.

Kırmızı Biberon

Söküp, yeniden diktiğin bu kazak
kutsal nefret modası.
Kılıcı kınından kovup,
işgal topraklarında define arama.

Düşünde sapan, düşününce sapan,
yaşadıkça ölmeyen beyaz adam,
bumerang ruhunun dönüşü için
daha kaç peygamber yetiştirmeli?

Sen ayaksız bir atlet,
şimşek tohumları adadın bulutlara,
kaç saniye sürerse gürültün,
o denli uzak avlanıyor kalbin.

Kesilmiş iki damarı birbirine bağlıyor,
kanı durduruyorsun şimdilik.
Tek damar kalıncaya kadar,
çare bulacak demokrasin.

Doğuşunu kaybetmiş kumarbaz güneş,
boyarken öz’etini siyaha,
sar’hoş olurdu birden gelince
ruhun sünneti...

Mart-2000

---

bafra ekspresi

Kutulara paketlemişler küçük intiharları,
herkese satılan bir sır tütüyor,
doğru ve sarı parmaklarımın arasında.
Kolunun altında gideceğin yol sabırsızlanırken,
ben bağlıyorum ayakkabılarını.

Anlamını yasakladığım,
bir çocuk küfrü bağırırken dudağımda,
öğrenmenin ayıp olduğu topraklarda,
mezarlar beğeniyorum baharlarıma.

Yassı yassı damladığım,
saatleri ters takıp, kandığım şehir,
“boyayalım mı?” abi diyerek
dalga geçiyor hayatımla.

Ne zaman üç yanlış bir doğruya sulansa,
elimdeki sıfır üşüyor altından,
birbirini şehvetle kıran iki kadeh varlığımız,
iyi ki, iki yanlışız.

Mart-2000


İlk

Yine sızlıyor bıraktığınız kaldırım parçaları
oysa siz güneşinizi bile acıyla büyüttünüz.
Bir çiçeğin ilk kökleri gibi
zamanla uzaklaşıp derinlere gömüldünüz.

Parmağınızın ucunda olan bir dünyanın bile,
gecesini ve gündüzünü zamanında yaşadınız.
Karanlık zamanlarda giderken O’na, belki dönersiniz diye,
kuşlarınız ekmek parçaları serpti yollarınıza.

Şehir yasa boğulmasın diye,
ölüm anonsunuz yapılmadı bu kentte.
Sizin gözyaşlarınız olmadan da
yakışmazdı hiçbir hüzün bize.

Yapamadıklarınızdan oluşan o vasiyetteki gibi,
sizin rüzgârlarınızdan esince,
kadehimizi aşka kaldırıp hep beraber,
kahkahalar atıyoruz yaşama ve yokluğunuza.

Nisan-2000

--- - Dirik, Özge: "[Özge Dirik Arşivi: Şiirler](https://kuzeyyildizi.com/files/ozgedirik-siirler.pdf)", **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Yayım Tarihi: 11.04.2014, [https://kuzeyyildizi.com/pdf](https://kuzeyyildizi.com/pdf).

Üç Soru

İki farklı yol türküsü,
bedenimizi ayrı otobüslerin
camlarına yapıştıran.
İki farklı zafer çabası.
Birimiz yenilmemek için hayatta,
birimiz diğeri yenilmesin diye.
Elinizdeki valizin anılara yaptığı gibi
bir evi gaz odasına dönüştürmüş
bir galibiyet tanımlanacaksa eğer akıllara.
İki farklı serzeniş.
Her insana bir çuval doldururken ben,
bir ellerim istediğiniz.
El ele tutuşmak marifetken
önümüzden geçen iki elsiz sevdalı.
Hüzün nereye uzanırsa, gözleriniz de oraya.
Satranç masası üstü hayalleri,
iki kare çıkış hakkı,
hakkıdır insanın çocukluğu.
Kimin tırnağı varsa o çözmeli düğümü,
kırılıncaya, incininceye kadar.
Kayalar da ağlasa çamur olurlar mı?
Ne zaman üç yanlış bir doğruyu götürse,
elindeki sıfırı eksileme korkusu.
Şehvetle kaldırılmış mutluluk varlığımız;
iyi ki iki yanlışız...

ocak-2001

--- - Dirik, Özge: “Üç Soru”, **Erken Ölümlü Şairler Antolojisi**, Haz. Ahmet Günbaş, Hayal Yayınları, Nisan 2007, s. 177.

Ağıt

Toprak kokusu yapıştı ellerime.
Elleri kurak dostlarıma,
çiçekler topladım geceyarıları.

Gıpta zamanlardan çaldığım sırları,
unutunca hayatımın kürekte mahkûmluğu,
siyaha sabretmekten sıkılıp,
ölsem dedim, hiç olmazsa deniz dinlenir.

Seçemeyince, ya ipekböceği ya da örümcek rütbesini,
bıraktım hayatımın astlarına her şeyimin üstünü.
Gün olur döner diye çocukluğum,
komşu toprakların tanrılarına da yakardım,
ben bunu bir Hitit prensinden öğrendim.

Toprak kokusu yapıştı ellerime.
Elleri nadas dostlarıma,
çiçekler topladım geceyarıları.

Ben aşkın sarmaşık olduğunu düşünürken geceyarıları,
kesesiz kangurular sürdü sefalarımı,
ben aşkın sarmasarışık olduğunu düşünüyordum hâlâ.

Darbedar vücutlarda kötü komutandı boş ceplerim.
Kum saatindeki bir kumun öyküsü
hınzır depremlerle mutlu sonlanınca,
yılan olduğunu anladım;
en candan sarılan hayvanın.

Toprak kokusu yapıştı ellerime.
Elleri kurak dostlarıma,
çiçekler topladım geceyarıları.

Dibine ışık verdiğinde mum,
sonu olacaktı bu onun.
Ve düştü şiirin sonu yazarın aklına,
alfabenin sıfır’ı bulunacaksa,
İstanbul’da bulunacaktı.

Benim bir ada kızım vardı hayata dair,
bir de motoru bozuk kayığım.
Küreklere kalırdı,
küreklere kalırdı sevdam, geceyarıları.

2001-ocak


Ferman

rakı(m)
başım dönüyor
içtikçe yüksekliğinizi

eteğinin altından bakıp,
içini gıdıkladığın bu dağ
ne de çabuk büyüdü.
kalbini mısralayan buzdan bir gül
güzelliğinin seyrinde hınzır bir ben,
–ulu–orta duruyor şimdi.

çeliği çekiçle süsleyen bilgeliğin
her an konuşacakmışçasına;
de hadi be gülken gonca
goncayken gül sılası peşinde
tarih mahzeni olmuş her yanın,
ilk yudumunda reddedilecek
tek hatıra bile yıllanmadan içinde.

hasır altı ettiğin asırlar
şifalı surlar biriktirmiş
düşmanın dahi kıyamadığı
ateşini düşürmeden, yol aldığı.

üç yalanlı çekirgen,
kuşbakışı mezenle,
dünyaya saklanmış bir göktaşında
daha büyük gözlerle yaşayanlar
bulmuş mutlaka
dağlarına çıkmak için,
dağları “bizim” yapan
bir bahane...

2001


Rötar

Ağır sıklet hüzünler yarışırken,
hep ortalamaydı akan yaşlarınız.
Fotofiniş seslenince usulca,
taçlandı gözlerinizde asılı bebekleriniz.

Islanan güneş kurularken bedenini,
ayazlarınız oldu ayakları çıplak.
Tüm şarkılar gitmeye öykünse,
bahçıvanın türküsü kalırdı size;
vefalı bekleyişlere gebe.

Anaokuldan terk bir bedenin içine,
yakışmayınca büyük göğüsleriniz,
iki yumruğun kalbe daha çok benzediğini anladınız,
tek yumruğunuzun yalnızlığına küsüp.

Trenleriniz hep son istasyon sandı ilkini.
Gerçek sonlarda daha yorgundunuz kaplumbağadan.
Hem sizi rakip belleyen bir tavşanınız da olmamıştı.
Güller taşımaya başladınız vagonlarda; savaş gülleri.

Su dolu vagonlara yetişmek için,
nasırlaştırdınız aylak raylarınızı.
Bir ucuz bilmecesine geçmişin,
pazarladınız tüm sebillerini geleceğin.

Sahipsiz çocuklarınız oldu,
pıhtılaşmış gül yapraklarının çapkınlarından.
Yoksul bir tarlaydı yüreğiniz,
ne ektiyseniz; karın tokluğu biçtiniz..

Şubat-2001


  • Dirik, Özge: "Rötar", Dergi@Net internet dergisi, Ocak-Şubat 2002, Sayı 19.
  • Dirik, Özge: "Rötar", Ağır Ol Bay Düzyazı, Mart-Nisan 2002, Sayı 8.
  • Dirik, Özge: "Rötar", Hece, Aralık 2002, Sayı 72, s. 96.

Sahne

Gıpta zamanlardan bir yaşam sırrı. Devasa yalnızlıklara açılan kapılarda, Tanrı misafiri umutlarınızla beraber, Zilinizi de çalıp kaçıyor afacan çocuklar.

Safrasını bırakıyor gökyüzü üzerinize, Yıldızınız dâhi yok geceleri hüznünüze ortak. Bir memurun masa örtüsünün altından çalınan kirası gibi, Artık bakire değil gecenizin mavisi.

Savunmasız, açık kentleri ele geçiriyor ancak, Engin tutkularınız, tutuklu kalmışlığı yarınlarınızın. Ne zaman bir çiçek dalında kurusa, Bir sevgilinin daha çok üzülmüşlüğü uzanıyor başucunuza.

Uykuya dalarken annesinin mutlu masallarıyla, Uyanırken babasının acı öyküleriyle büyüyen çocukluğunuz için, Şimdilerde aşk; Kanamalı bir hasta için yara bandı yalnızca.

Hayatını cehaletin tanrılarına sıvazlarcasına, Aşıdan habersiz bir annenin secdeye varışı gibi, Yormuyor çocuğunuzun tanrıya yolculuğu.

Devşirilmiş devirlerden kalma hesap tabağı artıkları hayat. Hangi şapka alkışa kaldırılsa içinde ölü bir tavşan. Ve çok eskilerden bir sahne gözünüzün önünde, Münir Özkul affetmeden, nefretle terk ediyor çocukluğunuzu...


  • Dirik, Özge: “Sahne”, Pencere, Ocak-Şubat 2002, Sayı 31, s. 20.

***

"Kanunuesasiyim ama
başımda padişahım..."

babamın eskilerine yetişmek üzere,
büyütürken çocukluğumu doludizgin,
hangi sarhoşlukla sıkı fıkı olsam,
abileşirdi, çocuk aklı kardeşine emanet,
büyümüş de, küçülmeye imrenmiş bedenim.

bayramın ilk günü kavurmasını yiyip,
yeni giysileriyle evden kaçan isyanım,
çamuruna bile kanınca sokakların,
müslüman bir salyangoz olup,
yanlış mahallelerine girdi hayatın.

panzehiri daha zehirli gelen gençliğim,
tarihinin ilk fahişe istasyonunda,
gidene “dur” demek için
çok defa yineledi, treni bedeni ile iknaya.

anneler sokaklar kadar özgür olsaydı,
daha mı geç dökülürdü kafamın yaprakları,
bu sorular için süre doldu belli ki,
ama hiçbir zaman gülmedi çocukluğum bana;
indirip donunu.

şimdi ekşiyor kışlasında donduğum inadım,
sevdaya yeltenmek de olmuyor bu yaştan sonra,
kimin zimmetindeyse aşk,
ölümler üşüşüyor oraya.

Nisan 2002

--- - Dirik, Özge: “[*** [Kanun]](https://kuzeyyildizi.com/dergi/6/ozge.dirik)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Aralık 2002, [Sayı: 6](https://kuzeyyildizi.com/files/ky06.pdf), s. 17.

İç-üvey

küçüktüm,
hangi hain anlattıysa ilk masalı,
o yalandan devşirildim.
yirmi yaş dişi çıkan bir fil,
avcıların peşine düştüm.
hangi taşı kaldırdıysam altından,
“şansınızı denemeye devam edin.”

başucum portakal lekesi,
en çok ölen ağaç, soy ağacım.
ben bir yalan uydurdum,
inanıp, boğuldum.

bir ağaç da ben diktim evimin içine,
gizemli ve yorgun.
ilk kökleri derinleşip, uzaklaştıkça
bir mesafe aramızda,
ne o bana meyvesinden tattırdı,
ne ben ona suyumdan.
mezarımı da mermerimi de istemez yanına,
dibine bile işemediğim.

kapımı sevseydin gelirdin.
kalırdı gerçeklerimden ölüm süzen yüzün.
tanrıların yalnızca çok kötülere vakti var artık,
duyamayacaksın o yüzden beni,
“bu kek hiç kabarmayacak anne” dediğimde,
evden kovduğundan beri,
hep üvey küçüklüğümü.


Şebinkaramizah

Küçükken müzik defterime sığdırdığım
dört mısralık şiirler,
şarkı olsun diye bekledim çok.
Ne onlar şarkı oldu,
ne sol, anahtar.

ağustos-2002

--- - Dirik, Özge: "[Özge Dirik Arşivi: Şiirler](https://kuzeyyildizi.com/files/ozgedirik-siirler.pdf)", **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Yayım Tarihi: 11.04.2014, [https://kuzeyyildizi.com/pdf](https://kuzeyyildizi.com/pdf).

Emniyet Kayığı

yalnızca hüznünde anlıyorsun yüzümü,
ve arkasında çelimsiz, yitik bir kayık götürüyor,
kendine güvenen, güzel bir gemi...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 23 Eylül 2002, Sayı: 343.
  • Dirik, Özge: “Emniyet Kayığı”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 10.

Satır-a Temenniler

gizlemeye çalıştığınız satırlarınız
ezberlemiştir kanın rengini
ama düşünmez değil mi,
artık kanmayacak bir yazarı.

yaşamak, ol’madığından emer sütünü
yazarken düşünmek budur oysa
yazarken düşürülmek
zincirleme pusularla.

tırnak içine alıp, hatırlattığınız
güzel bir mısrası olsaydı Arzu’nun
nasıl barışırdık o zaman bir bilseniz
isra(f )il bile çıldırır,
göçerdi aramızdan...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 13 Kasım 2002, Sayı: 422.
  • Dirik, Özge: “Satır-a Temenniler”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 10.

köprü-1-

pipetlerden kanalizasyon borusu olmayacağını anlayınca Haliç,
unutmamak için lazımlıkları
üzerinde yürüdüğümüz kurdelaları
orta parmağına bağladı.

köprü-2-

halkla ilişkiler köprüsü
her polisin pedagojik formasyon amfisi
halkın çelişkiler köprüsü
ya atlarsın su çarpar bir tane
kazıklı varyak ikinci tehlike
eğer atlamazsan
dua edelim az çalışanı olsun
gideceğin karakolun.

köprü-3-

marjinaller önden buyursun
–amacım reklam değil,
en az tutarları bile ödeyemiyorum– köprüsü.
haciz gelince devletlüye
Fatih buradan kaydırdı gemilerini
yanmayınca rutubetten, bizansın Türk malı kibritleri.

köprü-4-

bir saray, bir bahçe, bir beşik vardı
sonra bir taş attı galatadan fenerlinin biri,
toroğulları bile çıkartamayınca
her çocuk galatalı doğdu,
taa ki Fatih Hoca İtalya’dan kovulalı.

köprü-5-

Türkiye’nin düşlerinde yarattığı
Pollyanna, diğer adıyla tüp geçit projesi
ulusal strateji
avrupa birliğine yeraltından sıvışılması,
tek risk
ihaleye fesat karışması.

köprü-altı-

kim çaldı bu ülkenin kara kutusunu
kiminde yüzde dokuz buçuk telaşı,
kiminde sahibinden ihtilal resimleri
kiminde –keşke dün bugündür deseydim– hülyası
daha ne kaldı ki elinde şarap varsa,
fark eder mi üstünden geçen tekerlerin sayısı.


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 24 Ekim 2002, Sayı: 398.

101110001010011

klavyemin hemen içinde
ölü tütünler derneği.
tenime değince sekizyüz derece
onu da soğuttu beyazlığım
haince.

oturup bekledim,
ölümün vasiyet halinde.
tırnaklarımı kesip de yedim,
kendime güvendim.

gözbebeklerimle oynaşan kediler
aniden saldırdılar kelimelere.
mouse’umun ahına geçildi o gece
aheste aheste.

oyunlardan dışlanan çocukluğum
tedirgin olmasın diye annesi
yerden alıp çamuru
üzerine sürdü.
nasıl demeli;
çamura yatalı
içim hep bit yeniği...


  • Dirik Özge, “101110001010011”, Dergi@Net internet dergisi, Kasım-Aralık 2002, Sayı 24.

Zaman-e

bak baba, saklamadığın psikoloji kitapların, nasıl da besledi deliliğimin gizini. yok ettim şizofrenimin işaretlerini; teşhisten terfi. tırnaklarımı yedikçe güvendim kendime. arkadaşlarının yanında avcuma gömdüğüm sekiz tırnak ve saklayamayacağımdan dolayı kemirmediğim ama arzuladığım baştırnaklarım, hep büyümesi içindi senin özbenliğinin.

bak baba, okula iki yıl erken başlatılmış her çocuk, işsizlikle iki yıl erken tanışır. geceyarısı tartışmalarından peydahladığınız ve bordro kuyruklarında bırakıp kaçtığınız o yarım yamalak devrim, bir başka ifadesidir şimdi, alnımdaki dört çeker çizgilerin.

bak baba, bir anne çocuğunu pembe masallarla uyutuyorsa, çocuğunu uyandırırken her baba, acısı bâki hikâyeler bulmak zorundadır. senin bahçende istenmeyen ama biten serseri yeşil, kör bir güzelin avcunda kendini çiçek sanır.

bak baba, o huzurhanede zaman denilen illetten saklansan da, bir saat yakalar mutlaka; tik-tak oyar, çalar, yoğurur içini. bana armağan ettiğin tek şey, kafatasımın içinde intihar adlı obur müşteriye sunulur, nasıl olsa aşısı bulunmayan, mertliği bozulmayan beyin timurlarım çoktan fethe çıkmışlardır.


  • Dirik, Özge: “Zaman-e”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Aralık 2002, Sayı: 6, s. 5,.

*** (İntihar Mektubu)

intihar mektubum kimsenin kutsal kitabı olmayacak,
bu bile intihara muhteşem bir sebep.
uçan mürekkeple yazılan bir hayatı
geçirmek için mektubuma
bunca yıldır yaşıyorum hayatın kuyruk sokumunda

saklı kalan bütün işkenceleri, tarihin en güz’ü
yüzüstü yattığım çivili aşk yatakları
ben ölümü şu köşedeki meyhaneden ısmarladım
imdadıma yetişti su, aslan ve sütü.

tabaklanmış insan derisiydi
kötü emellere alet edildi yamalı postum
kızma artık
ben anahtarları üzerinde bırakıp suretimin
o köprüden yıllar önce atlamıştım.


Acıortay

başımın çaresi; hoş geldin.
padokta sakatlanan kusurlu ruhum
arkandan bakmayı öğretemedi gözlerine

dokuz yıldır hamileydin ayrılığa
canın çekiyordu sahipsiz acıları
tekmelemeyi kesmiş olmalı artık
içindeki afacan sızı

karnındaki hesapsız gelecek çıldırınca
kapı kapı aradın şehirde ayakkabılarımı
bak ne güzel de buldun
limanında volta atan gemiyi

evime yerleştirdiğin son mayındı
yasal bir “boş ol” kâğıdı
veda mektubunla yan yana koyunca
gözyaşıydı sanırım, birden patladı.

iki pire uzunluğundaki hayatım
nasıl da çevrelemiş umudumun dağarcığını
bir generalin kostümlü intihar sahnesinden
naftalin kokusu ve alyanstı, ayrılan.

başımın çaresi, güle güle.
bakma “şiddetli geçimsizlik” oldu adı
bir kozaya sığmayacak kadar büyümüştük
ortalayınca her acıyı,
geceyarıları.


Kim-lik

1. kimseler

ne güzel büyüdük
kimseler bilmeden bizi.

tahrip gücü yüksek bir çocuk
hayatı budama peşinde şimdi...

2. kimse

ne güzel büyüdük
kimseler bilmeden bizi.
sidik kokusu, ısırgan şişiği
el arabasında taşıdık birbirimizi.

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince
akrep sinsi sinsi gülerdi halimize.
tahrip gücü yüksek bir çocuk
hayatı budama peşinde.

3. kim

ne güzel büyüdük
kimseler bilmeden bizi.
rutubet kokardı biraz
yer yatağı hayalleri.

sidik kokusu, ısırgan şişiği
el arabasında taşıdık birbirimizi.
yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı
gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.
umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince
akrep sinsi sinsi gülerdi halimize
hiç aldırmadan çevresine ve
kibrit başlarından devşirme ateşten çembere.

tahrip gücü yüksek bir çocuk
hayatı budama peşinde şimdi.
sokakta dizi en çok kanayan
uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası...

4. kimse !?

ne güzel büyüdük
kimseler bilmeden bizi.
yedi cami yaptırsak nafile
düşününce acıttığımız böcekleri.

rutubet kokardı biraz
yer yatağı hayalleri.
sevemedik salıncak çengellerine
kavun asan büyükleri.

sidik kokusu, ısırgan şişiği
el arabasında taşıdık birbirimizi.
Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi
taşırsak eve sokak küfürlerini.

yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı
gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.
ne de çok bekledim askere gidince sevdiği
pencereden çalabilmek için gözlerini.

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince
akrep sinsi sinsi gülerdi halimize
öfkesi zehirli çocuklar büyüttü
kanımıza rengini veren kızıl düş perisi.

hiç aldırmadan çevresine ve
kibrit başlarından oyma ateşten çembere
sıkıyönetimin gözü önünde
ekmek böldük biz birbirimize.

tahrip gücü yüksek bir çocuk
hayatı budama peşinde şimdi.
en zor anında harcamak için
cebinde saklıyor gıcır gıcır bir çığlığı.

sokakta dizi en çok kanayan
uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası.
evden jilet aşırıp, kesti yanaşan uçurtmanın kuyruğunu
hayalinde aldatılmış bir kadın vardı...

5. kimsesiz

ne güzel büyüdük
kimseler bilmeden bizi.
iki kare çıkış hakkı
ilk hakkıdır insanın çocukluğu.

yedi cami yaptırsak nafile
düşününce acıttığımız böcekleri.
tuhaf ve anlamlıydı büyüsü
tek karınca dahi yemedi zil çalan ağustosböceği.

rutubet kokardı biraz
yer yatağı hayalleri.
çok çocuklu bir odanın uykuluğunda
bulaşıcıdır kâbus halleri.

sevemedik salıncak çengellerine
kavun asan büyükleri.
secde eden selvi ağacına kurduk biz de
topu topu bir halat ile bir minder tutan saadeti.

sidik kokusu, ısırgan şişiği
el arabasında taşıdık birbirimizi.
dilimizde aslına en yakın siren sesi
bilirsiniz; Asyalı çocuğun imgesi.

Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi
taşırsak eve sokak küfürlerini.
öğrenmenin ayıp olduğu topraklarda
itinayla uyuştururmuş meğer harflerimizi.

yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı
gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.
aşkın sarma-sarışık olduğunu düşünürken geceyarıları
kesesiz kangurular sürdü sefalarımı.

ne de çok bekledim askere gidince sevdiği
pencereden çalabilmek için gözlerini.
benim bir ada kızım oldu hayata dair
bir de motoru bozuk kayığım
küreklere kalırdı sevdam biterken akşamsefaları.

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince
akrep sinsi sinsi gülerdi halimize
hatırlayınca hayatın kürekte mahkûmluğunu
siyaha sabretmekten sıkılır
“ölsek” derdik “hiç olmazsa deniz dinlenir”.
öfkesi zehirli çocuklar büyüttü
kanımıza rengini veren kızıl düş perisi.
hissedilse de dolunay artığı fırtınanın patlayacağı
acıkan zihin kurtuluş sanıyor ağına takılan her sloganı.

hiç aldırmadan çevresine ve
kibrit başlarından oyma ateşten çembere
bir yalan uydurdu; inanıp, boğuldu sevi
ilerlerken başucumuzdaki portakal lekesi.

sıkıyönetimin gözü önünde
ekmek böldük biz birbirimize.
ne kadar sallasalar da düşün’ün ağacını
dalımızda çürüyecektik elbette.

tahrip gücü yüksek bir çocuk
hayatı budama peşinde şimdi.
bir kozaya sığmayacak kadar büyüyünce
tek güne sığdıramayacağını anladı ideallerini.

en zor anında harcamak için
cebinde saklıyor gıcır gıcır bir çığlığı.
tekmelemeyi kesince içindeki afacan sızı
canı çekiyor olmalı sahipsiz acıları.

sokakta dizi en çok kanayan
uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası.
acıları kesip, sağlam bir kuyruk yaptı kendine
salınabilmek için devrimin gözlerine.

evden jilet aşırıp, kesti yanaşan uçurtmanın kuyruğunu
hayalinde aldatılmış bir kadın vardı.
o’na anlatmaya çalışıyor hâlâ;
birbirine sarılan iki uçurtmanın
bir daha asla uçamayacağını...

2002-2003 İstanbul

--- - Dirik, Özge: “[Kim-lik](https://kuzeyyildizi.com/dergi/9/kim-lik-ozge.dirik)”, **Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi**, Ekim-Kasım 2003, [Sayı: 9](https://kuzeyyildizi.com/files/ky09.pdf), s. 16-17.

k an

altın düşü için
geri kazılmış bir mezar şimdi
an.

ihanet dalaşı
dalışı bir başka acının
ikinci küreklenişi
her an gibi bir öleni
içine almak için
ikinci yüreklenişi toprağın...


Barış İçin Dört Dize

kafalarınızı kumdan çıkarıp
namlularınıza karanfil sokun
tek ayağıyla sek sek oynayan
Asyalı çocuğun kırmayın umudunu


Şiire Küsenler Antolojisi

hatırlamayın beni
acı veriyor unuttuğunuzu bilmek
küçük hesaplar koştu peşimden
kira, şarap, sigara
şimdi bir ayağım daha kısa.

dostlar şiire küsülmez diyor
aşka küsülür şiire küsülmezmiş
palavra.
toprağa bile küsülür kefeni sıvazlarsa
intihara bile
çocuğuna bile
küsülür oyaladığın aynaya
Oya-ladığın hayatıma bile...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 21 Mayıs 2003, Sayı: 691.
  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 23 Mayıs 2003, Sayı: 699.

Seher Eskidi.

G. Bilal'e

eli şiir tutan bir adamdı hayaliniz
oysa tanrının şair dediğine
deli diyor gören
sözlüğe maya çalarken.
önüne çırılçıplak çıkan topu görünce
mesleğine küfreden
ve en sağdan gitmeye zorlanmış
bir kamyon şoförüydü kocanız.

“yok farkı” derdi
“yol mısradır
mürekkebi pahalıca belki ama
kamyon kalemdir biraz
tehlikede iz bırakır vurgusu.”

üzerinize düşeni düşünmekten
doğrulamadınız belki
ama onu tutan yol,
uçurumlar vaat etti çokça.
bunu yasak aşklara benzetsem
sizi kırmış olur muyum?

diken toplayan bir güldünüz
tahta kepçenizde kurumuş çorba tadına şükreden
acı savuran gözlerinizde masalın inadı olmuş bir adamı
öldürdünüz.

yuvaya yapan dişi kuşun
üstelik kendi yaptığı yuvaya yapanın
bir öğüdü var şimdi bende;
cennete girince
zaten her yer muz kabuğu
o yüzden ayakta bitirmeli bu yaşamı.

siz ki;
iki ihtilal, bir savaş görmüş buruşuk bir bedende konaklıyor
kirayı bir gün geciktireyim; çıldırıyordunuz.
oysa bir sürü taşınmazı kalmıştı o güzel annenizin
gördünüz mü?
taşıyamadınız...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 9 Haziran 2003, Sayı: 706.
  • Dirik, Özge: “Seher Eskidi.”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 14.

Heykel

her heykel söküleceği günü bekler
güvercin pislikleri ve kararan yaldızların altında
tek tanıktır yoksulların ölekaldığı bir bank

halkın zehrini fikrinde taşır yıktığının yerini alan kral.
ve ışıklarla söndürür, çelenklerle öldürürler kahramanları
tarihin yenik domino taşlarıdır, ardındaki yığınların son sloganları

hiçbir yapıcı, geriye dönük bakışları sökemez gözlerinden
kıvrımlarında taşlaşan inanç yosun tutar bir sonbahar sabahı
zafer şarkıları bezgince söylenir artık,
kalplerde yeni bir mırıltının işgali.

her heykel söküleceği günü bekler
güvercin kanatlarının ve gerçek yıldızların özleminde
her heykel Atlas’tır, geçmişin ağır yükünü omuzlar
omuzlarında tozlu günahlar...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 4 Eylül 2003, Sayı: 784.
  • Dirik, Özge: “Heykel”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 15.

Beyin Timur’ları

–gece kaybetmeye ne kadar meraklı–
çok bilmiş ıslığını çalıyor yine rüzgâr.
yangının içine giriyoruz,
önce çocuksuz ve kadınsızlar
önce hep beraber.

ağacı vursan, tüm orman
Aysan’ı vursan tüm Sivas yanıyor.
bir şairin “aşkolsun” ölümü
en güzel şiiri kalıyor.

–gece kaybetmeye oynuyor–
birbirine düşman iki bulut
mayınlıyor
dize getirdiğim kentin
sarıl-sıklam sevdalılarını.

Sıtkı anlatıyor,
yarısı fondip bir (kendine) yetmişliğin garip sırlarını.
iyi ki diyorum aşka
rakı gibi bir afyonun var beyin timur’larıma.

içine direniyor altmışsekiz
en fazla darbeyi sırtından yiyor
zıpkınlanmış bir balinanın ölüm acısı içinde
ırksal intihar tohumlarını çimliyor.

gece,
denize varan nehrin anlamsız debisinde
kan kusturuyor tatlı su adamlarına
iyi ki diyorum hayata
ölüm gibi bir çare var ısrarına.

küçükken müzik defterime sığdırdığım
dört mısralı şiirler
şarkı oluversin diye bekliyorum uzundur
ne onlar şarkı oluyor
ne sol, anahtar...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 26 Eylül 2003, Sayı: 784.
  • Dirik, Özge: “Beyin Timur’ları”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 16.

Ba Ba

veysel çişini söylemeyi öğrendi
memurum
maaşıma zam demek bu.

böyle utanmamıştım
iki artı bir olalı
“en sevdiğin yemek ne” deyince anneannesi
gülerek yanıtladı Veysel;
kahvaltı.


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 21 Ekim 2003, Sayı: 933.
  • Dirik, Özge: “Ba Ba”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 17.

Masal-1

ben;
baskınlardan kaçıp
evine sığınan bir babanın
sevdiğine attığı küçük bir imzayım.

kurşunların taahhütlü gönderildiği günlerde
cumhuriyet gazetesinin üzerine doğmuşum.
kıçımda büyük puntolarla seksen ihtilalinin izi
acıyor hâlâ yediğim ilk ve son iğnenin yeri.

göğüslerinde hapşurunca ben
dayanamayıp süt tanrıçam, ihbar etmiş babamı
sağcı kestanelerin göbekleri çatlarken gülmekten
çıra gibi tutuşmuş babamın kitapları.

iki bacağımın arasından, tersten bakıp
misafir beklemişim
sahilde balonlar yürüyüş yapıp
saçmalı tüfekleriyle patlatmaya çalışırken ipe dizilmiş insanları
geldi gelecek kardeşimi annemin içine ittirmişim.

hep güzel, hep hayal kalsın diye
açmış annem kumbaramı
bir kilo erişte, biraz buğday için
yapmazmış bunu

kapının dibinde
örümceğe imrenerek geçerken
657’ye tabi ipekböcekleri
“bir ihtilal daha var” deyip ölen babamın
yanındaki çukura
söz vermişim.


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 31 Ekim 2003, Sayı: 985.
  • Dirik, Özge: “Masal-1”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 17.

Ruh Söküğü

ruhlar incinir.
sürekli incinirler.
onları yaşatmak için günboyu çalışır bahaneler.
çok zayıf hafızaları vardır
güçlü doğarlar
yaşlandıkça daha unutkan olmak zorundadırlar, bu
ölümlerini geciktirir.
Evet, evet
ruhlar ölürler.
o kadar hızlı ölürler ki
hiç yanmaz canları.
ruhların canları vardır,
bir değil, beş değil
milyon tane canları vardır.
hepsini birden bir kadında da bırakabilirler
sakat bir köpeğin bacağına da sarabilirler yüzlercesini.
bir bakarsanız hain bir masada kirli ellere bacaklarını sunup ölen
ruhçuklar
görürsünüz.

ruhlar düşünmezler

her ruh iyi bir bedende ruh konağı bulmak ister,
iki üç gün refakat ederler değişik bedenlere,
olmadı mı olmaz
bedensiz ölen ruhlar vardır

bazı ruhlar bedenlerle valse kalkarlar
bu uyum diğer ruhları acıtır.
ruhlar acırlar.

birbirlerine, kendilerine, bedenlerine
güzellik ruhta değil, ruh güzellikte konaklar.
iyi bir ruh için iyi bir beden mükemmel olmak demektir.
bunu hep inkârda da olsalar
ruhların sırrı güzel bedenlerdir,
buna ulaşanı kıskanırlar.

bu yüzden bendeki ruhu,
hep dışladılar.


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 12 Kasım 2003, Sayı: 1046.
  • Dirik, Özge: “Ruh Söküğü”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 19.

Çirkin Ördek Derisi(nden Eldiven İmal Edenler)

kötü huylu bir kist dünya
tanrının bedeninde.

“ok!”
sana rekâtlanmış yüzlerce dize.

içimi kaşıyan bekleyişte
büyütünce bir şiir
şiiri de küstürdüm
büyütüp.

gördüm
ölü göze ait son kareleri
küçüktüm
siyah beyaz siyah beyaz
durdu siyahta.

on yedi kalp krizi
gücü kırılır elbet
bahsi geçen bir anne
çocuğunu öleceği yaşa
büyütemediğinden
dirense de.

elmaya dünya düştü,
sen de anlardın
iğnen deli bilindi mi
buğulanır pusulanın camı..


Taşkın

bu kurumayan vadi
tek eğlencesi dağın, süvarisi.
ovaya sorma
kaç tane dağ leşi biriktirdi
altında

bizim oranın delikanlısı
ayıptır söylemesi
şehvete adamaz âşığının hayalini
mecnun orucudur adı
dağların kurban edildiği

herkes
kapısının önündeki isyanı
içeriye süpürmeli
yoksa kıskanır birileri
bayat ekmeğin üzerine
kahkahalarıyla ağlayan zenginliği.

anlatırsan iki öykünü
hüznüne secde eder
bin parça kapatır güzelliğini
“iyi uykularda ölün”dür beklediği temenni
kesilmeden eli eteği.

buralara bırakmadan götür
pusularına kandığın gözleri
kalacaksan, bir ömür taşı
değirmenin suyunu...


Düş-eş

imana, kitaba dokunulmadan
soyulup,
başucuna konulan
esrarla geri kazanılmış
bir fahişe gibi
ağlıyorken
an:

ben en çok sizinle
bastım frene
tutmaması düşüyle.


  • Dirik, Özge: “Düş-eş”, Öteki-siz, Aralık-Ocak-Şubat 2005, Sayı 4, s. 30.

Bir Monoseksüelin Ölümü

I.

omuzlarında taşımalarından anlamalıydım
hiç olmadığı kadar
kadın, dört yanım.

II.

çok kalabalık biri
gidip geliniyor sürekli

III.

diğeri kimsesiz
ve belki de bakire
yalnızlığı.
neyse ki ona doğru gömdüler beni
çok çekici

IV.

ikisi ortalama
hani (kibrit) kutusuyla
ya otuzdokuz
ya kırkbir sigara içtirir adama
ağız tadıyla
ömrü hayatında...

V.

karanlıkta ne kadar kaldım bilmiyorum
bu yer yatağından bir kalkabilsem
peki ya tedavül sorunu
belden aşağısı felç bir adamdım ben
ölüler yenilenir mi mezarlarında?

VI.

Tanrıları ikna ettim nihayetinde
diğer mezarlara geçmeye
bol bol ziyaretçi bekledik özel günlerde
okunan dualar metronomu oldu sevişmelerin
gözyaşları abdest niyetine

VII.

Siz siz olun
ziyaret edin ölülerinizi
dinleyin;
ancak yeraltında hortlayabilmiş bir
çapkının tavsiyelerini...


Çürük Kuş

seyrek saçlarında beni anmayan ömür
bir kuş tanıyorum yuva yapar
kurtarır kırılcak dalları
hangi günahından doğurdu bilmem
yalanlar söyledi
doğrulamak için yalanlarını

seyrek saçlarında beni tatmayan ömür
hangi avuçların tutkusuna bırakılmıştır
bir sonrakine daha az yakışan hüzün

hiç kurumayarak kendini koruyan
bir tablodur sol göğsün
kırar kurtarılacak dalları
hangi günahında boğuldu bilmem
sağır ve dilsizler okulunda
kulaktan kulağa oynarken tanrısı...


San-cı

bilmediniz,
dolu dizgin giderken
arkanızdaki vagonları göremezdiniz.

duymadınız,
cüzdanınızdaki bozuk paraların
vesikalık yarinizin suratını çizdiğini
resme bakmadan anlayamazdınız.

sevmediniz,
babanız elinizi bıraktığında
ağlamayı kaybetmenin şehveti saydınız.
gelemezsiniz.


*** (Hangi Ağaç)

hangi ağaç ister ki
yaprağından çok yaşasın
maşrapanın içindeki hayattım
çaya batırdığın bisküvi incindi bir kere

su uyur rakı uyutmazdı hani
kuşlar mayınlar serpti yollarına
sen vefanı çabuk tüketen haylaz
uyku hüzünden sonra
ikinci yakışandı yüzüne

kızılcık sopası ile koştun umudun ardında
yordu nihayet içinden sızan kezzap
bu kalbinin son krizidir
bir daha yutkun aşklarına


Ruj Ruhu

Adı “gece değiştiricisi” olan bir melekle anılıyor adım kaç zamandır.

“Geceler yarınların negatifleridir” diyor, ne bir harfi var başka, ne de ünlemi.

Eli elime değmedi yüz gündür, ama her gece seviştik onunla. Bilemezsin, elleri hiç olmamış ve hiç durmamış bileklerinden akan kan.

Bir meleğin vücut hatlarını iyice öğrendim artık. Gözlerine dokununca kayboluyor hemen. Göğüslerini hissetmiyor. Yani bir tespih gibi, o hissetmeyince hiçbir önemi kalmıyor, ama yine de dokunuyorum onlara.

Melekler insanları öpünce canları çok yanıyor. Yine de iki defa öptü beni. Bizimkisi parmak uçlarında bir beraberlik. Otuz yaşlarında topuklu ayakkabı giymeye çalışan bir adam gibi hissediyorum zaman zaman kendimi. Gidişimden korkmuyor değilim, ama gittiğim şeritte yavaşlamak daha tehlikeli.

İpeksi bir teni var bilekleri dışında. İlk zamanlarda içim acımıştı, yanlışlıkla sigara bile uzatmıştım ona. Oysa tüm meleklerin bilekleri kanarmış, ne kadar çok kanarsa o kadar az canları yanarmış. O da benim nabzıma şaşırıyor, gülüyor, alay ediyor nabzımla; o denli hızlı bir saatin içime yerleştirilmiş olmasına ve benim hiç telaşlanmayışıma şaşırıyor.

Artık dönemem.

Bana “git” de demez. Dudakları sana benziyor biraz, ama makyaj durmuyor teninde; tanrının kuruntuları...

Ama beni öptüğü iki sabah öyle bir tat oldu ki ağzımda, keşke onun dudaklarından rujlar yapılsa dünyanın ölümlü ve minyatür kadınlarına...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 17 Nisan 2004, Sayı: 1280.
  • Dirik, Özge: “Ruj Ruhu”, Varlık, Ekim 2004, Sayı 1165, s. 43.
  • Dirik, Özge: “Ruj Ruhu”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 21.

Kalabalık

“ipekböceği attım
eşarp düştü içime...”

uyandım
rüyamda kanamış dilim
belki kıtlama jiletle bağrılan
yaşamöyküleri anlatmışımdır çocuklara.
çocuklar dedim de
onlar da kanadılar
kanınca bana.

kalktım
bir eşkıya rica etti yüklerimi
güzel de bir kadın
çocuğunu öleceği yaşa büyütemeden giden
bir anneyi uğurlamış olsa da
on yedi kalp kriziyle
yürüdüm
adımlarım nasıl da uyarılıyor
kapıyı çalan biri olduğunda
isterse bir hırsız olsun
kapıyı çalmaya yeltenen

öldüm

ve yarın üşüştüler başıma; yaşlar, ayaklar, gözler
ve yarı yaşam yakınmaları sürdü adıma
ve yar uzun saçlı bir adamla geldi mezarlığa
ve ya bir kadınla...

ve

gömdüler beni,
öldürdükleri gibi
özenle.


  • Dirik, Özge: “Kalabalık”, Hece, Eylül 2004, Sayı 93.
  • Dirik, Özge: “Kalabalık”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 9.

Makas

bak
sular çekildi.
hep hatırlatır ya sahipliğini
işte öyle
kapatıp, türbanladı tanrı
denizini.
kumları oyalayan
kir içinde, birkaç çocuk ayağı şimdi.

bende kemikleşen babamın
mezarını bilmem
ama bir çocuğu kemiren
ya bir babadır hep
ya da yokluğu.

bak
avuçlarının içindeki raylardan çıkıyor
çok yüklediğimiz tren
belki boynunu kurtarıyoruz
trenlerin makaslandığı yerlerde
ilk defa
doğru raylara uzanmış bir kadının.
ama bu kez de
kargaşa ve ceset oluyor
senin ekseninde.
biliyorum
bir aşkın üstüne yakışacak ağız tadı değil
akşamları acıya yatırılan bir damak

belki sonra
eli siyahtan başka bir renge de uzanabilen
ressamlar tanır seni
bilirsin
seni çırılçıplak çizmek için
kendini soyan birini

ama tren ne kadar dinlense de
raydan çıktığı o noktaya yaklaşırken
–ki söz konusu olan bir kadındır
korkusuna yaklaştıkça çoğalır güzelliği–
bilmeyecek hiç
o noktayı
bir daha geçip geçemeyeceğini...


  • Dirik, Özge: “Makas”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 22.

İlham Nöbetleri

kırarsın bazen ekmeği
öyle buğu falan da çıkmaz
bayattır
ya da
ısıtılmıştır bir bayatlığın üzerine
ama masana doluverir
ilham perileri

masanın altında
açlıktan ayağına göz koymuşlar
kalemini oynatmaya başladın ya
hemen kıskanır
ilham kedileri

biraz içeri gir
dil ovasının altında binlerce şair
–mezara nasıl da yakışıyorlar
yaşarken kemirilen cesetler–
onlara gülüyorlar
ilham pireleri

öpüştükten sonra ağzımda
ispirto tadı bırakan kadınlar
girer rüyalarıma
ama öyle değil
ne kadar küçülürse küçülsünler
mide bulandırmıyor
ilham sinekleri...


ikincil ruhla pisuar buluşmaları

ikincil ruhla pisuar buluşmaları-1

Tanrı ile en çok annem öldüğünde tanışmak istedim, ama o yine keşmekeş kuralları ile oynaşıyordu.

İki asansörün de çağır tuşuna birlikte bastım hep, bu anlamda aldattım kadınları. Ama ben en son gelen asansöre biniyor, yolumu ezberimle değil hayallerimle buluyordum. Aldatılacağını düşünen kadınları aldattım en çok, onlarla kalarak.

Şansımı hiç görmedim. Truva atının kıymıkları vücuduma battı da tetanostan öldüm sanki. Ya da koskoca truva zaferinden sonra vezir olmuş bir piyon olarak dönerken sarayına, karısının sersem sevgilisi tarafından sapan ile öldürülen bir fetihçi talihsizliği yaşadı hayatım.

Okuduğum kitapların hepsi son sayfalarına kadar kutsal kitaplardı. Son sayfaları sevmedim hiç, okumadım da. Bitse de yatsam diye yazdım çok.

Ekonomik beynim çözümünü bulmadan problem üretmedi hiç. Koskoca bir ruh sağlığı hastanesine pazarlanacak beynim var. Bir gün birine sıfır ama pozitif beyin gerekirse adresimi sizden alabilirler.

İlk edebi metnim bir dua idi. Bir kıza sormuşlar duam duvak demiş. Duvağım duvardı çoğu zaman. İnsan çok görünce görümce kılıklı birine dönüşüyor. Çok fazla öngörüm yok o yüzden.

Evde tuvalet kapısının arkasına yapıştıracak kadar önemli bir haberim olmadı bugüne kadar. Kabızlık çektiğimi ne kadar haykırsam da olur olmaz yerlerde ishal aşısıydı ellerim yüreğime.

Seçeneklerden, seçimlerden çok korktum. Tek seçenekli sorular istedim hep, ama onların soru değil de zorunluluk olduğunu söylemişti bir öğrencim kulağımı çekerek. Seçim sandığına bir defa gittim, tüm ideolojimi bir zarfa sığdırmam tam bir saat aldı, diğer insanların ideolojilerini sandığa boşaltmalarını engellediğim için karakolda bitti sonu.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-2

Hayatıma sevimli bir parantez edasında girip, bordrolarıma tüneyen kadınları da sevdim. İşte aşk bu; havada attığınız parendeler kadar suya nasıl girdiğiniz de önemli.

Aldatmak ve ihanet etmek fiillerinin ayrımında yaşadım, sonunda anladım; aldatmak birinci tekil hali bu boşaltan muslukların kazandığı havuzda. Siz sırtınızı dönünce aldatmanın üçüncü tekil haliyle anılıyorsunuz; ihanetle.

Müzikle aramda hiç bir samimiyet olmadı, ki üzerlerine en güzel şiir kreasyonlarını geçirip podyuma çıkan notalarla farkı yoktu mankenlerin.

Hayvanlarla iyi anlaştığımı, onların en ince felsefelerinin farkında olduğumu iddia ediyorum. Kadınlarla yaptığım tüm kavgalarda karşıma geçip kuyruğunu yakalamaya çalışan, erkeklerle olan tartışmalarımda ise patisiyle gözlerini kapatan bir kediye sahibim aynı zamanda. Hem beni sadece zenginliğim dolayısıyla tercih eden kalorifer böceği ve karınca gibi hayvanlardan da koruyor. Buna rağmen ölünce, onu kuyruğundan tuttuğum gibi, şu kancalarını geçirdikten sonra 45 derecelik açıyla çöpleri yukarıya çekip, içeride öğüten ve çıkan pislikleri de kıyılarındaki delikten çaktırmadan akıtıp çöp öğütümüne kesin çözüm olan kamyonların birine atacağımı biliyor. Biliyor ama cehennemi bilip inançlı görünen her mümin gibi ibadet etmeye devam ediyor bana.

Yoksullukla çok erken tanıştım. Üç kardeş bir yorganı boylamasına paylaşırdık eskiden. Kendileri için yorganın yakılmadığını gören pirelerimiz oldu çokça. İkna edemiyorduk, hepsi yastıktan aşağıya atlayarak intihara teşebbüs ediyordu. Rutubeti de bilirim, asılmanıza üç gün kala âşık olmak gibi bir şeydir, uyumanıza hep üç dakika vardır ve vücudunuzdaki tüylerin hepsi asi birer termometre olmuş ve cıvanız dibe vurmuştur. O zamanlar bilseniz, alkolik Fahrenheit’ın krizleri sonucu termometrenin içindeki alkolü içip, karısının korkusundan o aleti cıva ile çalıştırabildiğini ne anası kalırdı, ne de bacısı onun. Ama çok yoksullar şunu da bilirler, ru-tubetli evde bayat ekmek sorunu olmaz hiç, kabarık sıvalar doğal bir duvar kâğıdı görüntüsü verirler. Yoksulluk da böyle bir şeydir işte; kahvede hesap ödememek için kafanız çatlar kâğıtları, taşları saymaktan. Kaleminiz bitmesin, kalemtıraşta striptize yeltenmesin diye tırnaklarınızı uzatır, onlarla yazarsınız. Hem sizi herkes gitar çalıyor diye bilir. Yoksulluk eğlencelidir, bungee jumping gibi, tek farkı vardır sizi hayata bağlayan ip salı pazarındandır genelde, güvenemezsiniz. Ya da babanızın kazağı sökülmüş, aynı iple üç kardeşe birer kazak örülmüştür. Bu da fark etmez bu sefer de içten donarsınız babanızın arkasından bakıp. Derken, gözlerinizin kızardığını fark eden anneniz hep soğandan ağlar, böylece siz de mahsuscuktan yaşamayı öğreniverirsiniz.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-3

I.

Pişik olmuş armutların ağzıma düşmesi doyum vermedi bana. Eşşek kadar bir elma sayesinde oluşan başımdaki şişikleri de dünyanın sırlarını kurcalamak için kullanmadım.

Garip buluşlarımla, insanların beyinlerine “bak, o öyle değilmiş” şeklinde bilgiler de sokmadım. İnsanlarla iletişim içinde olmanın en fazla onları dinliyormuş gibi görünmek olduğunu biliyorum. Göz göze geldiklerinde, onları doğrulamanız için karşısındakini yakalayan acı bakışlar çok tatmin ediyor beni.

Çocukluğum hayatımı şekillendiren yegâne zaman parçasıydı. Henüz altı yaşımda, birkaç acı olay yaşayıp, geri zekâlı arkadaşlarımın pek de doğal olmayan bir seleksiyon ile yok olması sonucu babamı ikna etmeye çalıştığımı hatırlıyorum bonibon’a tazminat davası açmaya. O da bön bön suratıma bakıp “avukat bi tanıdık bulmak lazım” demişti.

Benimse çocuğum olmadı henüz, olmaz diye de düşünüyorum. Ortalama 70 basamaklı bir merdivene üç kiloluk bir et yığınını atıp, düştükçe kalıplanıp, büyüyüp daha fazla şişmesine izin verebileceğim bir düşünce yapısına da sahip değilim, üzgünüm. Ama evlat edinebilirim huzurevinden.

Evlenmeyi de düşünmüyorum, hem yılın her günü iki bayram arası olduğuna göre ananelerimiz ve anneannelerimiz doğru söylemiş.

Değişimi kabullenirim, özellikle 40’lı yaşlarda daha kolay oluyor bu, ama boğaz köprüsüne sağcıların köprüsü ya da renkli televizyona “artık, devrimcilerin kanlarını kırmızı mı izleyeceğiz” diyen, atlara bile sıkıntı veren gözlüklerle işim olmadı hiç. Gerçi bu cümlelerin sahipleri şimdi at yarışı tahmini yerine, holding yazarlığını seçti ama sonucun farkı yoktu, hep beşte kaldılar.


II.

Kaztüyü yastığında gözyaşı lekelerimin sobelediği kadınlar bir Amerikan diplomatın Türkiye hatıraları kadar kalın bir kitap olurdu. Bu bir anlamda seri kâfir yapıyor beni. Teslim olabileceğim bir merci yok maalesef. Yalnızca, bedenim bilinmeze hızlı hızlı çürüyerek ilerlerken sonumu merak ediyorum. Böceklerin elebaşı olmak ya da cehennemin lüks yerlerinde emlakçılıktır kariyer hedefim. Bu dünyada aşkın provasını yaptığımı kolaylıkla açıklayabilirim diye düşünmekteyim. Hem süt izninde bara giden bir anne edasında cennetini ayakları altına alıp parçalayan Tanrı, bu dünyadaki boyut ve bölüşüm problemlerini çözmeli önce. Tamam; sırtımda büyük bir kambur var, gözleri acıtan bir kusura sahibim, kusura bakan gözler takip ediyor beni, ama ben kamburumu sistemin kanlı sözleşmeleri imzalansın diye kullandırmadım hiç. Bu dünyada yarattığım açıklamaları taşıyabilirsem oraya, yukarıdakilerden bahsedeceğim verilen süre yeterse. Ama şimdi ben içimden gelen tüm şeyleri olduğu gibi akıtıyorum ya sana, içimdeki kelimeleri de harcamalıyım. Her şeye rağmen tanrıdan bir şey dilemem gerekirse; özür dileyeceğim.

23 Nisan 2003


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-4

Kadınlarla aynı evde yaşayamıyorum. Özellikle evimi 24 saatten fazla bir kadına teslim etmiyorum. Bu tamamıyla, tarihi olaylardan çıkarsadığım bir sonuç, hem bizim protest atalarımızdan biri ne demiş “yuvaya yapan dişi kuştur”. Bencillikleri çok gürültülü olan bu yaratıklarla akşamdan akşama şaraplaşmalar hoşuma gidiyor yalnızca.

Gerillavari sınır savaşları sinirlerimi çok yıpratıyor, demem o ki zaten iktisatlı kullanmak zorunda olduğum derimi değiştirmem gerekiyor her defasında, bu aritmetiği henüz çözülememiş ve bi türlü sönmeyen volkanları içine alan dişigenlerle yaptığım tartışmalarda.

Kızılcık sopası ile arkamdan koşarken düşleyip de sevebildiğim tek kadın var hayatımda. Öyle ki sokakları benden olabildiğince saklayan ama çamursuz kıyafetlerle eve geldiğimde telaşlanan ve yanağında tembel bir gamze ile “dünya güzeli” olarak tek arabesk tanımımı tükettiğim kadın.

Beni babamdan doğaçlamış bir kış günü. “İyi ol’muş” diyemeyeceğim ama yanlış olmamış en azından. Çok matüre, sağlıklı bir çocukmuşum, kuş sütü içmişim annemden iki yıl boyunca. 10 yaşıma kadar da leylek zannetmişim annemi.

Babamın verdiği harçlıkla anneme soğan gözlüğü, tere otu bağı alacak kadar anlayışlı bir kalp konakladı bende.

Babam uyumsuz biriydi. Gölgesinin hızı, annemin yemekleri, benim patlak burunlu ayakkabılarım ve bir ay içinde abimin eski pantolonunu ıskalayacak kadar hızlı büyümem anlaşamadığımız belli başlı konulardı. Ama bildiği masallar çok güzeldi. Portakal soyar, başucumuza koyardı. Bir yalan uydurduğunu biliyorduk ama bildiklerimiz uykuya yenilirdi. Rüyamda annem bağırırdı hepimize, başucumuz yine portakal lekesiydi.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları

O odada ejder yumurtaları vardır. Beyazı ve sarısı iyice karışıp piştikten sonra, tanrı ekmeğiyle onların canlarına okur. Orada soba yanar, orası öğretmenler odasıdır.

Sınıfın yarısı gösteremez ülkesini haritada, gururlu çocuklardır.

Elvan en arkada oturur, anası babası yok olmuş yıllar önce. Ama iyi biliriz; piçe piç demek daha ayıptır.

Ağlak Necati öğretmiştir sınıfa altına işemeyi. Don, kulak kırınca okul yolunda, altımıza işeyip bacak ısıtırız.

Ağlaktır Necati, güpegündüz ağlar, yaşlarıyla Vangölü’nü nişanlar kitapta, ejderi boğar, kabardıkça kabarır saman kâğıdı.

Gazeteci abiler kesmişti yolumuzu geçenlerde. Neyse ki, kar ısıtmıştı ortalığı da altımıza işememiştik daha. Ağlak çok işlerine yaradı, ağzına dayayıp makinayı gözyaşlarını aldılar. Kamyonetleriyle bizi okula bırakırlar zannediyorduk, susunca bizim Ağlak, toplayıp her şeylerini çekip gittiler hızlı hızlı.

İsteselerdi ısınmak için işediğimizi de anlatırdık onlara. Oysa gittiler hemen.

“Tüm piçler bizi bulur” diye bağırdı Ağlak.

Elvan ağladı.


  • Dirik Özge: “İkincil Ruhla Pisuar Buluşmaları [numarasız]”, Kuzey Yıldızı, Mart-Nisan 2005, Sayı 11, s. 18.

ikincil ruhla pisuar buluşmaları-5

Play.

Not: Beşinci görüşmeye gelmedi Hegelci maçomuz. Görüntüsünü merak edenlere tanımlamak pek zor olmayacak. Düzensiz görüntüsü vermek için özenle kesilmiş sakallara, düşük kalçalı iri ve çirkin bir bedene ve kare kemik gözlüklere sahip. Daha çok lsd ile yaratılmış bir resmin önünde yoruma hazır, konuşuverecek hissini itinayla içinize yerleştiren bir sunumu var.

Bana sorarsanız, pisuarın duvarlarını çok iyi kullanıyor olması, vücudundaki bazı uzunluklar ile geçinemediğini gösteriyor. Şu ana kadar iki farklı kadın kokusunu da parfümüne karıştırması “yalnızlık benim seçimimdir, eğer yalnızsam” vurgusu için.

Israrla belirtmek istediğim bir diğer konu, konuşurken göz göze gelmemeye, gelse de sizi aşağılamaya yeltenmeye çok çaba gösteriyor. Gözlerini kendi içerisine zumladığında ise, sunumunun rahatsızlığını kendine de lanet okuyarak geçiştiriyor. Sıkıldığını düşündüğü durumlara ikinci ve belki de üçüncü açılardan bakarak farklı olmayı başardığı söylenebilir. Ama hazır cümlelerin içine sokuşturulmuş birkaç kelime, röportajın sahibi bana prefabrik bir konut inşa eden yüksek-mühendis mimarın gururunun hiçbir zaman okşanamayacağı hissini veriyor.

Israrımı ölçmek için beni daha çok ekecektir ilerleyen günlerde, o yüzden şimdilik hoşça kalın, burası çok pis kokuyor.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-6

I.

Uzundur bekletiyorum sizi. Sırf sizi değil tabii, okuyucuları da. Ama bazen yaşama dair inadınızı unutuveriyorsunuz. Saklandığınız yerden koşup, sobelemek gerekirken bir kanepenin altında uyuyakalıyorsunuz. Sizi kaybettiklerini sanıyorlar, eve gelen araştırmacı polisler buluyor yerinizi.

Sonra da rahatsız oluyorsunuz, ölmediğinize göre bir bahane bulup, onu tüketmek zorunda kalıyorsunuz, sanki bir memurun masa örtüsünün altındaki ev kirasını çalıp, bahis oynamışsınız gibi, komik. Ölümde durum farklı tabii. Mum dibine ışık veriyor sonunda, sonuna kadar yanıyor, bir fitil külü kalıyor ortada, ona da iskelet deniyor.

İntihar düşlüyorum bugünlerde. Sağıma hiç bakamadım da soluma da bakmadan geçiyorum caddeleri. Dün yine bizim mahallenin parkında gitmek düştü aklıma. Ama şekerini yalayıp, içinin çürük çıktığını gören küçük kız, ağlamadan fırlattı elindeki elmayı, ölemedim yine. Ama her şeyi tüketmeden sığınılmalı özkıyıma. “Daha erken” dediğinizde intihar başlamıştır bence.

– bence’lere gerek yok, bu bir röportaj.

Röportaj, doğru. Öyleyse soruları gönderin bana, ben de yanıtlayıp size geri göndereyim. Eğer hatalarımı kollayıp, yaptığım nüans yanlışlarını kullanamamak gibi bir alternatif maliyete katlanabilirseniz. Ayrıca, birbirimize saçmaları sıralamaya başlamışken belirtmek isterim ki fotoğrafımın yayımlanmasını kesinlikle istemiyorum, en namahrem yeridir yüzü insanın. Fazla afişlerseniz üçüncü sınıf gazete kâğıtlarına, yanıma koyacağınız mankenlerin payına düşen spermlerin sakallarımda gezinmesini istemem. Ya da yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuğun, evlerine gelen misafirlerin bacaklarına bakmak için suratımı “dolap”a benzetmesini de.

That’s okay for today.

He man?

– tabii

tabii.


II.

bazen dur.

jüriye mastürbasyon yaparcasına savunduğun şeyleri savur.
beynini şehvet kemirirken, bacak aranı örümcek ağlarının istila etmesi neyi doyurur?
öfkeyle yaşamayı öğren.
er ya da geç akrep yavrularının meskeni olacak göz çukurların;
“gözüm gözüm, güzel gözüm” diye mırıldanarak şakalaşacaklar
      içinde,
o saydam yargıçlar eriyince.

bazen dur.
acının huyunu bezen.
bir düş ezberle kendine.
her değerlendirdiğin fırsat bir içimlik satışıdır içinin.
hem düşün;
gördüğü ilk vapura aşkını yamayan yunus, ne yaman bir yunus
      olur
ki, zaten herkesçe bilinir; sözlükte, anadan sonra yar gelir, çokça
      sayfa
geçilmiştir ki, geriye dönüş ne mümkündür...

söylemeli miyim bilmem, ama
bazen durma.
tren hangi hızla yaklaşırsa yaklaşsın, raylarda güle oynaya ağlayan
      çocuğu
–ki o çocuk hayalin bile olsa– kurtarmaya çalış. bunu göze alamamıştı annem benim.
o an birden büyüdüm, kilometrelerce ıradım.
ardımdan dünyanın tüm raylarına adım boyu gözyaşı döktü.

hayali olan çocuğu değil, tren idi çünkü.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-7

Küçükken Ediz Hun’u bilim adamı sanırdım. Küçüklük dünya dâhil her şeyi farklı düşlemek değil mi zaten? Büyüdüm tabii, belki de Edison, Ediz Hun kadar yakışıklı olamadığı için Edison.

Erkeklerin çocukluğu ne kadar hızlı olursa, orta yaş bunalımları da o denli yıpratıcı oluyor. Çünkü hiçbir erkek yaşayamadıklarını geriye dönüp, çocukluğuna devşirip nefes alamıyor. Özellikle yanında karşı cinsi taşıyan bir adam, fiziksel yaşlılığı daha kolay hissediyor.

Herkes kendi içinde, tüketimin getirdiği dayanılmaz açlığı hissedince ruhen tarikatlaşıyor. En namahrem kavramlarla sevişiyor geceleri, korsan peygamberler yaratıyor ve onları orijinallerinden ayıramıyor.

Ayrılmak, en az kim alacaksa en çok o gidecektir şeklinde tanımladığım, sözümün de efsaneleşmesini istediğim için buralara kadar taşıdığım bir kavram. Robinson’a sormuşlar; “ıssız bir dünyaya düşsen yanına alacağın ilk şey nedir?” Robinson “adayı” demiş. Robinson tarzı erkekliğin sahiplenici maço kişiliği artık aranan kavramlardan. Bunu içinize sıvamanız için Türkiye’de dört basamak olan öğretim törpüsünden geçmeniz yeterli. Yani kalifiye bir kapı kolunun nasıl dört vidası varsa, sizi sistem içine milyon tane prototip olarak yamarlar bu topraklarda.

Babanızın takımı, babanızın faşizmi, babanızın sıkıcı kitaplarıyla dahi anlaşabilmeye başladığınızda korkmalısınız yetiştireceğiniz sera kişiliğin hormonundan. Yani ille de edebiyat dünyasında çalmayana mikrofon uzatılmaz diyorsanız; “ya siz sizsiniz, ya da sissizsiniz.” Uzlaşmayı, fiyat kırmayı öğrenmekle başlıyor gençlik. Neyi, nasıl yaşadığınız önemli değil. Düşlerinizle, düşlerin kartlaşmış haline denilen düşüncelerinizle gide gele bir şekil veriyorsunuz hayatınıza. Örümcek ile ipekböceği arasındaki fark da burada, biri sistemin uşağı, diğeri kendi kurallarının. 14 yaşımda gençliğime başladığımı düşünüyorum. Mahallenin kızlarına tırtıllarını beslemeleri için dut yaprağı toplardım iki öpücüğe, bizim ev sahibinin oğlu bir öpücüğe düşürdü fiyatı. O böceklerinden daha cıvık kızlar da önce bir öpücük diye yapraklarını toplattırıp, sonra da babasının evleri var diye meyvelerinden tattırdılar ona.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-8

Hayvanlar gemilerine Nuh’u almakla ne denli aptal olduklarını kanıtlamıştılar zaten. Fahişe kedim evden kaçmış bugün. Bizler gibi yalnızken, Dünya daha bir çekici.

Fahişe diyorum, çünkü hayatta sadık kaldığı suyu ve yemeği yalnızca, ben şu an kime, ne diyorum bilmiyorum.

Dün akşam içkiye çok sataştım, son yudumda hep geç kalınmış oluyor. Telefonun “redial” tuşuna basıp aşk şiiri okumuşum uzun uzun, alo diyen bir bayana. Serseri oltanın ucuna takılan boğaza artist olmaya gelmiş balıktan ses soluk yok hâlâ. Ama pirinç taşı ayıklayacak iki üç tane ayrılık sözüm var neyse ki.

Aşk yaa, Tanrı’nın hata terimi.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-9

Bir beynin gidebileceği her yere otobüs kaldırıyorum soğancığımdaki garajdan. Ama tahmininiz üzre sefer sayıları değişiyor. Bu aralar yok satıyor intihar istikameti. Doluluk kapasitesi %100’e yakın sanırım.

Ortalama bir beyinle bu ülkede yaşamak meziyetine sözüm yok tabii, ama ben piyango biletinin sahte olduğunu bile bile o bileti satın alanları da gördüm. Yani sahte umuda bile gel-geç diyenleri anlayabilmenin sırrını gidin peygambere sorun, beş taneden az virgülle bir cümle kurabilirse, gelin sonra sataşın bana.

İki tane arkadaşım vardı ilkokuldayken. İkisi de kan kardeşimdi. Birbirimize acı vererek, acılarını acılarıma değdirerek bağladık kardeşliğimizi. Sevgililerimle de sürdürdüm bu geleneği, zaman zaman kan akmasa da. Biz acıyarak büyüyoruz efendim, kanayarak. Dallarına bağladığımız kurdeleler kangren ediyor ağaçlarımızı. Resti görülmüş bir kupa ası gibi karemizi arıyoruz.

Hile bulaşmış tuttuğumuz zarlara, kız çıkmıyor artık hiçbir coşkumuz, tirbuşon ruhumuz “ilk ben değeceğim şaraba” diyor.

Yoklamalarda hepimiz samanız efendim, Saplar öne çıksın lütfen, Bizsek söyleyin, ittirin bizi öne, ittirin.

Efendim..?


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-10

Yazarın notu: Gelmedi. Bu iki oluyor. Bir önceki konuşmasının sonunda “peki” deyişime de bozulmuş olabilir. Ama bu tipte, sakalından tonlarca bira akmış adamlar kırılganlıklarını bile saklamayı yetenek sanırlar.

Belki şimdi, ağlayarak mastürbasyon yapmanın nasıl bir şey olduğunu ya da mastürbasyonun şehvetin gözyaşları olduğunu kanıtlamaya çalışıyordur. Ama tek netleştirebildiğim şu saatlerde bu tuvalette olması gerektiğini bilip, zamanı daha hızlı geçirmeyi istercesine telaşlı telaşlı hareket ettiği.

Bu arada, önceki buluşmalarımızdan birinin saatini sormak için beni aramıştı. Sarhoş olduğu gece de “redial” tuşundan bulunan benim evimin numarasıydı. Yaklaşık 20 kez diksiyon hatası yaparak okuduğu şiirin sonunda da bir adet bol kıvrımlı küfür kazandı karımdan. Durumdan ne kadar zevk alsam da, bu denli kabalaşmamasının gerektiğini söylediğim eşimin cevabı bir hayli ilginçti; Tüm sülalesinin kutularını açmaktan başka bir seçenek bırakmadı ki bana...”


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-12

Evlilik iki kişi arasında yaşanabilecek en çoğulcu kavram. Cehennet gibi bir yer yaratıyorsunuz. Tüm duygular iki ile çarpılıyor. Yanılıyorsunuz. Yanlışlarınıza katlanabilecek kadar kendinizle barışıksanız –ne demekse– tonton nineler ve dedeler oluveriyorsunuz. Ayaklı analiz tavırları takınmak istemem ama artık tüm yaşanılanların parasal bir boyutu var tabii. Yani kabotaj hakkına sahipseniz ve o sularda yalnızca yüzüyorsanız doyum denilen illetten nasibinizi alamıyorsunuz.

Bir cisim yerini değiştirdiği sıvı hacminin ağırlığı kadar ağırlığından kaybeder. O yüzden yeni boşanmış arkadaşlarımla içmek çok hoşuma gidiyor. Arşimet bir gün tuvalete girip tartılır ve işer ve tekrar tartılır ve Arşimet oluverir birden belinden ve dizinden lastikli o iğrenç donuyla dışarıya fırlayınca. Evliliğin sonu da böyle. Yıllar boyu içinize akıtılan zehri bir işeseniz çok tatlı bir adam oluveriyorsunuz.

Her evde bond çantasında duran ve altın kaplama olduğu ısrarla iddia edilen çatal-bıçak takımları da ilk çeyiz parçası olmakla birlikte evliliklerin özeti olarak nitelenebilir. Kriz anında çanta açılır ve çatal-bıçak ile her şey parçalanır, paylaşılır, yalanır ve yutulur. Ayrılık bu; en az kim alacaksa en çok o gidecektir.


bor’un pazarı

Bir şiirle bitirelim bugün;

BOR’UN PAZARI

aynı kadınla ikinci defa evlenmek,
ikinci defa yakılan sigaranın ağır tadı,
ha bitti, ha bitecek...

aynı kadınla üçüncü defa evlenmek,
denizin demlediği vapur çayı
ama pahalı.

aynı kadınla dördüncü defa evlenmek,
bohçacılar topluyorlar kalanları,
ısrarkâr geçimsizlikten hoşnut şehrin baro’su.

aynı kadınla beşinci defa evlenme.


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 5 Eylül 2002, Sayı: 285.
  • Dirik, Özge: “Bor’un Pazarı”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı: 11, s. 10.

ikincil ruhla pisuar buluşmaları-13

İnsan her zaman biraz yirmili yaşlarındadır ama tam 25 yaşımda bir kızı sevmiştim. Bombalı eylem kitaplarına dalmışken çıkıp gelmişti rastlantıların rahminden. Kitapları gazeteyle kaplama modası vardı, tommiksleri bile gazeteyle, cumhuriyet gazetesi ile kaplar okurduk.

Ellerine bakar bakmaz sigarayla yatıştırırdım parmaklarımı. Söylediğim her şey baştan aşağı yalandı. Zor anlarıma sıvamak için ezberlediğim özlü sözler uçar, titreyen dudaklarımdan dökülen sözler Tuğcu şiirlerine dönüşüp, parkta oynayan tüm çocukları kahkahaya boğardı.

Sanırım, yine birilerini aldatıyordum. Ama onun tek hatasını kolladım. Çocukluğunu, diksiyon çuvallamalarını, yüzündeki birkaç sivilceyi onu küçültmek için beynime karşı kullanıyordum. Ama sanırım beynimizin kullanamadığımız gönüllü işsiz kısmı bu durumlarda iknaya inat durmak için programlanmıştı.

Neyse ki kısa süre sonra intihar etti. Yazdığı mektupta yaklaşık 100 kişiyi etkilemek için yakışıklı cümleler kurmuştu. Ben yoktum ve ben de noktaları kendime yonttum.

Arkadaşlarından aldığı borçlarla iki silah almış. Beyninin sağından ve solundan eşzamanlı ateşlemek istemiş. Sanırım ortada kurşunların kesişmesini ve beynini belediye kandırmacası havuzlardaki fıskiyeler gibi simetrik ve gereksiz bir ölüme ayarlamış. Yapmış olduğu bu salaklığı duymak ona olan tüm aşkımı bir anda öldürdü. Sağ eli tetiğe basar basmaz kafasını parçalayıp, sol elini vurmuş.

Sol tarafından böyle kirli bahanelerle vazgeçenleri de sevemedim bugüne dek.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-14

Tanrılar bile yaratmış oldukları ruhlardan korkup çok şirin, ayrıntılarıyla düşünülmüş, multi-purpose bedenlerimizi bize yamadılar. Yoksa şimdi şeffaf şeffaf dolaşacaktık ortalıkta. Bir dünya düşünün kimse kimseyi sevmek, kimse kimseye maruz kalmak zorunda değil. Bir ordu bile kuramazsınız. Ama gidiş, bu durumun tersini düşünerek algılayabileceğimiz kadar yalın da değil. Dinden sisteme, ilaçtan kediye, kadından babaya her şeyin amacı sizi kendisine bağımlı kılmak. Tanrıların birbirinden bağımsız, özgün denilebilecek bireyler yaratma yetileri yok oldu. Onlar artık ya milletler ya tarikatlar ya da çıkar amaçlı topluluklar yaratabiliyor. Bunları bölemiyor, parçalayamıyor veyahut bu grupların dünyayı yok etmesini ve kontrolü tekrar ele geçirmeyi dilemekten başka şansları yok. Tanrıların dileklerinden bahsediyoruz, tanrıların dualarından.

Erdem bütünü, doğruların özü olarak niteleyebiliriz tanrıları ve yanlışa yöneliyorlar. Kendi cehennemlerinde kendilerini yakmalılar, yarattıkları cehennemde yanmalılar eğer tanrı iseler. O yüzden intihar doğruyu tanrıdan önce bulmaktır mıdır?


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-15

Kontrollü kopya değilim ben, yedi aylığım, üç kilo doğan yedi aylıklardan. Hem annemle babam benden yedi ay önce de evlenmemişler. O yüzden sevmem pek bekletilmeyi, bir daha olmasın.

Eşin hamile. Dün gazeteyi aradım seni evde bulamayınca. Kadınlar olgunlaştıklarını iddia ederler hamileliklerinde. Fiziksel güzelliklerini kaybedince tüm silahlarını kaybediyorlarmış gibi. İçlerindeki yaratığın onları kemirdiği herkesçe bilinince isteklerine istek katıp hiç olmadığı, hiç olmayacağı kadar kendilerine benzerler. Bu olgunlaşma sayılabilir bir anlamda, ayna tutarlar içlerine. Ama bunu vitamini bol gözler görebilir yalnızca, vitamini bol, uyuşturucusu az gözler. Tanrıya şirk koşarlar, ah hamilelik en büyük günah olabilir bir anda.

Dokuz ay içinde, tüm sorunlarla başa çıkabilecekmiş havasında bir mimik yerleşecek senin de suratına. Dayanılmaz, bağışlanması zor, içi boş bir mimik. Her hareketinde göz ucuyla onu izlediğini bilecek, hayatınızın en sarmasarışık, en sırnaşık hali.

İçindeki canlı için ona daha çok değer vermen hiç acıtmayacak onu. Bundan daha ilginci bunu bilip, senin de hiç şaşırmaman, gizlemeye çalışmaman olacak yapmacıklıklarını. Dokuz ay boyunca kör dövüşü.

Eğer doğumda, doktor çıkıp da “Elimizden geleni yaptık ama bir tercih yapmak zorundasınız; Eşiniz mi? Çocuk mu?” derse üçüncü şıkkı sor ona. Eğer varsa üçüncü şıkkı seç, halihazırda iki hüznün de varken, boğaza git rakı-balığa. İlk aşkını da çağır. Ağla ona. Eli yüzünde dolaşsın muzip bir gülüş içinde.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-17

Sıkı bir müslümandı babam, ama yoksuldu. Dinleri bilirsin, zenginlere doyum vermek amacıyla tasarlanmıştır. Putsal yerlere turneleri, aerobik seansları, bayramları, hayır işleri, sanal açlıkları vardır. İşte bu bayramlardan birinde alnımda kırmızı şarap iziyle zenginliği öğretmişti babam. Yedi yaşıma kadar elimden tuttu benim. Öyle ki; önümüzden geçen her bisikletli çocuk acı verirdi ona. Hissederdim, çünkü bir dramı hissettirmenin en iyi yolu hissettirmemeye çalışmaktır.

Diken dikendi elleri, parmağını alyansa kaptırması dışında bir iş kazası da gelmemişti başına. Aynı imalathanenin çalışanlarıydı annem ile babam. Üniversiteye gidinceye kadar bir gece bile uzak kalmadım onlardan, yalnızca 1 Mayıs’ta ortadan kayboluyorlardı. Emekçi diyorlardı kendilerine, bana kalırsa benden başka hiçbir şeye sahiplik etmiyorlardı. 1 Mayıs eylemlerine katılıyor, kırıp döküyorlardı gönüllerince. Gece kulüplerinde kırılan tabaklarla eş bir yaklaşımdı. Yalnızca bir fazlası vardı; toplumsal mastürbasyondu yaptıkları. Sistem içlerinde bir yıl vadeli bir hesap açmış, tüm yamukluklarını orada biriktirmişti onların. Fanatiktiler, emekçi diye bir takım kurmuşlardı, her yılın 1 Mayıs’ında maçlara giderlerdi. Devlet onları şarj etmek için polislerin ellerine birer jop verir, organizatörlüğü tüm şanıyla yürütürdü.

Hiç unutmuyorum bir gün Deniz adında bir abi, hiçbir sessiz harfi çıkmadan üstelik, bilmiş Devrim kelimesini. Kazanmış olmasına rağmen bir daha haber alınamamış ondan ama oyunun adı asmacaymış.


ikincil ruhla pisuar buluşmaları-31

bu şiir biraz ayıp bayım
şimdiden uyarayım
henüz ilkokuldayken
bakir şehvetlerdi en sevdiğim dersin adı
ders türkçe, bildiğiniz dilbilgisi
benim öğrendiğim ise
hiç evlenmemiş bir vücudun dili.

bu şiir biraz küstah bayım
cuma namazında bir tezgâhtar
bar tezgâhtarı
gözünüzden beyninize giden kelimeler
bağboğan tohumları.

bu şiir belayı satın almak bayım
küfrediyor “stay with me” dediğiniz her mahlûka
sonuna dokuz sıfırla bilek çıkaran pazarlıklara girişiyor
cenini sakat hamleler yiyor.

bu şiir yad ellerin yad ettiği şairlerin öfkesiyle
tasfiye nedeniyle yazıldı bayım.
karısını bir cinle basalı
yakası açılmadık laflar ediyor
her sevda gibi
ilk buluşmada ölçü
son buluşmada öc alıyor.

bu şiir balayı baltalayan kaynana dili bayım
modern asyanın devrimleri yani;
zincirleme dil sürçmesi.
sürçmüşken
kaldırmalı tanrının idamından önceki tüm idamları
farkında mısınız bayım, korsan baskı korkusu bu;
kitap falan yazamıyor tanrı artık.

bu şiir ölüme susayıp, çok içmek bayım
laf aramızda
pisuarın duvarlarını bu denli iyi kullandığınıza göre
sorunlarınızı bana anlatabilirsiniz bayım.

bu şiir işleyen demirin yaşlanması
yaşlanan demirin ise paslanmasıdır bayım.
annem yanlış adamı seçtiği için
onbir taneydi bizde, ayların sultanları
atlı karıncamdayken jeton tazeleyecek bir baba arıyorum şimdi
annem beni
sizden doğaçlamış olabilir mi bayım?

bayım...!?


  • Dirik, Özge: “İkincil Ruhla Pisuar Buluşmaları-31”, Öteki-siz, Temmuz-Ağustos-Eylül 2006, Sayı 6, s. 4.

ikincil ruhla pisuar buluşmaları-36

Küçüktüm.
Bir kazı-kazan gibi hissederdim kendimi.
Yalnızlık desen, baş edemezdim bütünüyle.
Aşk desen, bağımlıydı değişkenlere.
Ayda bir görebiliyordum O’nu, günde üç paketten binsekizyüz
      izmarit
ediyordu nerden baksanız.
Ciğerlerden bakmayınız mümkünse.
Ayrıldım sonra. Rüyalarımda sık sık rastladığım katile âşık
      olmuştum.
Oturup, beyin nektarı içerdik.

Sarmaşıklar, elektrik direklerini saklardı.
perdeler, olası kardeşlerimi.
bakkal, sigaraları.
O yüzünü saklardı.
Benim kalbimin ise dağdelen tutkuları olmadı hiç.
Ama ben de herkes gibi şehvete adayamadım âşığımın hayalini.

Tanrı bana baksa abdesti bozulurdu. Rüşveti tanıyordum; evlere temizliğe giden annemin benim gülüşüme muhtaçlığında babama aldığı rakıydı. Cebimdeki bozuklukları dilencilere bırakmaya başladım sonra. O derin ve pahalı dileklerim adına, birden fazlasının şıkırdadığı sistem jetonlarından vazgeçmiştim. Aylar geçti, anladım; az vermiştim kaz gelecek yere.

Beynimdeki bozukluklar için dilenenler de oldu. Yüzlerine bile bakmıyordum; hepsi birer “hayal et”ti zaten.

Sonra birkaç akbaba üşüştü başıma. Onlara sorarsanız başka bir gezegenden geliyor, kendilerine akraba diyorlardı. Beyaz bir hücreye kapattılar beni, ah baba ah.

Hücrelerarası, F to F, satranç turnuvasını kazandım orada da.

Kendini kale, fil, at, şah, vezir ve bazen mat zanneden arkadaşlar çokçaydı da, insanları piyon olmaya razı etmek için çok uğraştığımı hatırlıyorum.

Size bizim oralardan bir soru:

–Kurtlu bir elmayı ısırdığınızda göreceğiniz en kötü sahne nedir?

–Yarım bir kurt

değil tabii. Bu yanıtla yarım kurt kazançlısınız. Kurtlu olduğu kesin olarak saptanan bir elmayı ısırdığınızda göreceğiniz en kötü sahne “artık kurtsuz” bir elmadır.

yaa

ya...

(Not: Bizim buralarda en çok sorusu, en az yanıtı olan kazanır.)


pis-duvar

Acısını bana gösteren kadın kilometrelerce yakınımdaydı dün. Kıvırcık saçlarına dolamıştı umutlarını. Çekince bir telini görüyor olmalıydı geçmişinin bembeyaz olduğunu.

Hiç dokunmadan anlattığımda gençtim daha. Şu kötü hayaller kurup, onlara ağlayabildiğim yaş. Sanırım aşktı; takip mesafesini koruyamayanlara tanrının verdiği ceza.

Bir eli babasındayken diğer eli üşüyen ve zamanla üşüten çocukluğum avucunda paslı jiletler sıkıp intikam büyütmeye başladı. Üşüyen elime babamın bazı ihtiyaçlarını –çocukların anlayamayacağı ihtiyaçlarını– sömüren bir hanımefendi ne zaman refakat etse, üç kere kitlerdim kafamın kapısını.

Sonra acısını bana gösteren kadın anlamını çaldı, öznesi jokerli intikam yeminlerimin.

Bana acısından tattıran kadın, unutturuverdi defolu aynalara benzeyen insanları.

Dünyaya güzelliğini bin parça kapatan o kadın, baş başa kaldığımızda dün, sıyırdı yüzünden maskesini.

Aman Allahım;
daha güzel bir kadın...


  • Dirik, Özge: Kuzey Yıldızı Yazarları E-posta Grubu, 24 Eylül 2003, Sayı: 778.
  • Dirik, Özge: “Pis-duvar”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2005, Sayı 11, s. 16.

ikincil

Ağlıyorduk.
Kendi elleriyle dolduruyordu tanrı, kadehlerimizi.

Karanlıktı gece.
Saadeti bulan göbeğe kalkıyordu karabacaklı dansözün ritminde.

Birden fırladı ortaya bir adam; İskoç’tu adı.
“beyler” dedi
“bugün yeni biri var aramızda
dün uyutulmuş, çiçeği koynunda bir fahişe”

Tüm utangaçlığıyla süslüyordu batağı kadın. Darbukayla beraber anasının parmaklarını döktü saçından bir bir.

Bu kadını buralara kadar sürüklemek zordu tabii, katil eller cebe girdi; her erkek parası kadar okşadı dünyasını.

Zamana direnen şarkılara yetmiyordu sesi. Gözyaşlarıyla söylüyordu şarkıları, o zamana kadar inanmamıştım striptizin bir adamı uyarabileceğine.

Her gece aynı batağa takılmaya başladık arkadaşlarla. Kaçırılacak fırsat değildi elbet, bir hüznü bu kadar ucuza sahiplenmek.

Zamanla yakalamaya başladım kadının gözlerini. Her seferinde acım biraz daha diniyor, kafam sığmamaya başlıyordu batağa.

Kombine hüznü keşfetmişken bu kentte, bir gün geriye düşürerek boynunu, doyurmamı istedi iki göğsünün arasındaki kumbarayı. Kira, bozukluk, su, ne bulursam ödedim öfkemi.

Çıkarken darbukacının kucağında oturuyordu. Dudaklarının ucundaki sigara ateşine takıldım, göremeden gözlerini.

Bir daha da gitmedik oraya.
Nasıl gidelim?
bize bakan biz oluyordu zamanla...


ikincil ruhla pis-duvar buluşmaları

on iki sandalyeli bir masayla, masanın gençliğinden konuşuyorduk.
on bir sandalye ve iki intihar büyütmüş balkon pür dikkat beni
      dinliyorlardı.

zamanın mücadelesi armağan etmişti bizi, birbirimize.
pireli bir devletin kanatlarının arasındaki karıncalardık.
ne söylesek ayıptı biraz söylemesi.

dahası an, tıbben ölüydü.
atık kamyonlarında mühürlü bir yürek
şehir çöplüğünde martı ziyafetinden önce
bir film setine emanet edilirdi belki,
korkuturdu yine bizi.

senin dünyanda vapur kalkınca
balıklar çamaşır yıkardı
içindeki hileli sayaçların aritmetiği
sıfırdan sıkılmıyordu bir türlü

tırabzanlardan aşağıya
ayaklarını sallandırıp
annesine hınzır hınzır gülen o çocuk
uçurumlara gözlerini gıdıklatacak yaşa çoktan geldi.
ama ikimiz de biliyorduk
elleri harita kadar acılı her annenin son görevi
çocuğunu öleceği yaşa büyütmekti.

sağır ve dilsizler ülkesinde
kulaktan kulağa oynarken özgürlük düşün,
sigaranla aynıydı aşkının geleceği
duman hali.

şimdi biz,
yatırılmamış bir şans kuponu
pişmanlık olur en iyi ihtimalimiz.

oysa
mendil satar yine de bakardım bu kente
olsaydın içinde.

ist(a)kozyatağı


ezberlenen cin ayet

bad dua

      Oniki sandalyeli bir masayla gençliğinden konuşuyorduk susarak. Çocukluğumun kurban bayramlarında babası zengin olan arkadaşlarımdan öğrendim hüzünlere ortakçılık yapmayı. Senin bana geldiğin, mutluluğuma şaşıracak kadar küçük olduğum zamanlarda taşırdım değirmenimin suyunu. Bir kuşun pirelerini temizlemek için gagası ile seçip, kanatlarının arasına yerleştirdiği iki karıncaydık, devrin mücadelesi armağan etmişti birimizi birimize. Cennette tanrının bile bilmediği yerler olduğunu söylerdi annem arkasından gitmeyeyim diye. O ay yüzü cehennemi düşünürmüş demek ki kendine. Ama biz yine de o yerlerden birinde tanışacağız seninle.

– memnun öldüm.
– ben de memnun öldüm.

      Henüz kırklı yaşlarına borçlanmadan gitmen “daha” ve “erken” kelimelerinin uçuşmasına yol açtı bu kentte. İntiharı bilirsin; camiiden mezarevine kadar yalnızca başrol oyuncusuna yüklerler tabutu. Daha kısık seslerle sorgulanır ölüm. Cezası katile bırakılmış tek cinayet türüdür, kelimelerle arkadan taşlayıp yalnız yürütürler adamı. Ama ben alışığım. Ki bizim yalnızlığımız henüz altıncı ayında öğrenmişti emeklemeden yürümeyi. İnsanın anahtarıyla kapısını açmadan önce sorgulayacağı özürleri olmaması ne denli büyük bir mutluluktu. Tanrım bize yaptırdığınız mutluluk tanımlarına baksanız, bak ve öl lütfen, bakınız ve ölünüz lütfen.

      Kolay değildi bakışlarında boydan boya yüzmek için rengârenk dubalarını yerleştirirdi siyaha. Ardına geçmek ölümdü biraz. Cehaletin savaşlarında hunharca katledilen bebekleri neden aldıysan gözlerinin içine, o yüzdendi tutsaklığım dumanların acılı geometrisine. Acıları kesip, sağlam bir kuyruk yaptım kendime, salınabilmek için gözlerine. Hiçbir kente sığmıyor şimdi kuyruğum, kendim kendini sokup başka bir yılan sanıyor sürüklediği seferberlik hallerini.

      Öptüklerimiz biraz putlaşır, doğru. Ama ellinci yaş gününüzde aldattım sizi, hani ayıp biraz söylemesi. Hem avaz avaz sevişip, hem de tecavüz sancılarından bağlanan dilim hep tek-bir cümlenizi tekrarlıyordu;

“bir putperesti uzay boşluğuna bırakırsanız, sonsuzluğa tapar.”

      Eliniz bendeyken kalkan vapurda balıklar çamaşır yıkardı türkü çığıra çığıra. Eliniz kim bilir kimdeyken kalkan vapurda kürekte mahkûm esirler siyaha sabretmekten ölür, hiç olmazsa denizi dinlendirirlerdi, ittirirken vapuru son nefesleriyle.

      Mendil satar yine de bakardım bu kente
olsaydınız içinde...


Ezberlenen cin ayet

Maktul: Gökhan Ösme

Evinde ölü ya da diri bulunan bir sürü adamın hikâyesini dinledim şimdiye dek. Ama bu defa durum biraz farklı, yani hayat tam kendini tüketiyorken sıradışı olaylarla yenileniyor. Özellikle sıradışı ölümler; tanrının bu düzeni sürdürürken şaşırdığı tek gerçeklik.

Her neyse, anlatacak o kadar çok şey var ki, gevezelik bir maliyettir şu an.

Önce maktulün evine giriliyor. Bir katil ile bir sanatçı arasındaki fark tek cümleye sığmaz elbette, ama bu sefer katilin depoladığı şeyler bir ömre sığacak türden değil.

Katil zile basıyor bir pazar sabahı ve maktul belki de gazete uzatan, bildik bir kapıcı eli bekliyor, ama kapıyı açar açmaz bayılıp, düşüyor. Getirdiği malzemeleri ve tahminen maktulün vücudunun kapının dışına taşan kısmını içeri alıyor. Önce bakırdan bir çay kaşığı yardımıyla adamın gözlerini çıkarıyor, gözlerden birinin epeyce hızlanıp, salondaki halıda yuvarlandığı gözleniyor.

Maktulün vücudundaki yaralardan anlaşıldığı kadarıyla, katil bir jilet yardımıyla topuktan ve koltuk altından dört-beş dilim et kazıyor. Adamın vücudundaki altı adet “ben” de aynı jiletle kesilip, gözün çıkartıldığı çay kaşığına diziliyor, çay kaşığının ortasındaki boş alanda da maktulün göğüs uçları bulunuyor. Burnun derisi sıyrılarak, jilet yardımıyla topuktan ve koltuk altından kazınan et parçalarının üstüne yerleştiriliyor. Evin kamerası çok net değil, ancak katilin maktulden çıkardığı parçaları koyduğu tabağı izlemeye yetiyor.

Oldukça şişman bir vücuda sahip olan maktulün sırtındaki kaslardan, küçük bir pideyi tamamlarcasına parçalar kesiliyor. Bana en iğrenç gelen nokta ise, maktulün deşilen göbeğinden çıkartılmış yağ parçaları. Dünyanın en iri göbeğinin bile bağırsakların görünmesini engellemek gibi çok estetik bir görevi olduğunu hatırlıyor insan cesede bakınca.

Cesetle işini bitiren adam, mutfağa yöneliyor sonra. Bir tavada çıkarttığı parçaları kızartıyor, mutfak kameradan görüntülenemediği için bu kısım biraz silik. Ama yaklaşık yirmi dakika sonra elindeki beyaz, oval ve oldukça büyük bir restaurant tabağıyla yemek masasına oturuyor katil. Tabağın altına maktulün vücudundan pide biçiminde kestiği sırt kaslarını yatırmış olan katil, üzerine jiletle kazıdığı ve sonrasında kızarttığı topuk ve koltuk altı filetolarını yerleştirmiş. Çok yağlı görünen bu yemeği de adamın göbeğinden çıkarttığı yağlarla yapmış. Tabağın sağ kısmında ise yoğurt var. Yoğurt tamamen bildiğimiz yoğurt, hiçbir şekilde maktulden yapılmamış. Yoğurdun yanında ise adamın kendi yağında biraz fazla kavrulmuş, hatta yanmaya yakın göğüs uçları ve burun derisine sarılmış ben’leri var. Bu, insandan imal edilmiş ve insan yapımı yemeğin tam ortasına adamın renkli gözleri koyulmuş, bir gözün üzerinde bordo renkli halının tüyleri var.

Yemek yenmemiş, sadece hazırlanmış. Ama olayı cinayet literatürüne geçiren şey, maktulün gözlerine metalimsi bir iplikle dikilen açma halkaları. Katil kutu kolalardan bozulmadan çıkardığı açma halkalarını, büyük bir özenle maktulün gözlerine dikmiş.

Bu durumu bir sanat olayına çeviren şey ise, kokudan dolayı, kapıyı kırarak eve giren polislerden birinin açma halkalarının yalnızca birini cesetin gözünden söküp, çalması. Kamerada görüntülenemese de o gün eve giren iki polisten biri olan Cem, çok sonra anlaşılabileceğini bilmeden, çaldığı halkanın arkasında yazan şifreyi cep telefonuyla çekilişe yolluyor ve kocaman bir arabayı kazanan kişi olarak açıklandığında, ardışık olan açma halka seri numaraları onu ele veriyor, cinayet mahallindeki delillere zarar vermekten 3 yıl hapis yiyor ve aynı hapisteki maktulün kardeşi tarafından dövülerek öldürülüyor.

kaynakça